3 Mayıs 2011 Salı

ÇONAKİOAKAP


“Başkalarını iğnelemek veya onları susturmak için okumayınız. Sırf inanmak ve her şeyi muhakkak ve tabiî sayabilmek için de okumayınız. Bir şey söyleyebilmek ve süslü konuşma imkânını bulmak için de okumayınız. Yalnız daha iyi düşünebilmek, daha derin düşünebilmek ve düşüncelerinizden bir sonuç çıkarabilmek için okuyunuz.” Francis Bacon

“Öğretmen sonsuzluğu etkileyen insandır. Tesirlerinin nerede biteceği asla kestirilemez.” Henry Adams
  
ÇOCUKLARIMIZA NASIL KİTAP OKUMA ALIŞKANLIĞI KAZANDIRABİLİRİZ PROJESİ
(ÇONAKİOAKAP)

İDEALİST SINIF TÜRKÇE VE EDEBİYAT ÖĞRETMENİ MESLEKTAŞLARIMIZLA
İDEALİST OKUL VE MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLERİMİZE

        Sözlerimizin başında hemen ve bilhassa belirtelim ki, sınıf öğretmeni meslektaşlarımız bize göre eğitim sistemimizin, çok önemli değil, “en önemli” parçasını oluşturuyorlar. Ve kanaatimizce diğer bütün parçalar, bu temel parçaya göre şekilleniyor.
        Bu cümleden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlköğretimin birinci kademesinde, ilk üç yıl her hafta –sanıyoruz- otuz saat boyunca, dört ve beşinci sınıflarda da yine otuz saate yakın süreyle, öğrencileriyle aynı ortamda bulunan sınıf öğretmeni meslektaşlarımız olmadan; ikinci kademedeki Türkçe öğretmenlerinin, ortaöğretimdeki biz edebiyat öğretmenlerinin ve sonrasında da yükseköğretimdeki hocaların, “çocuklarımıza kitap okuma alışkanlığı kazandırılması” konusunda yapabileceği şeyler biraz sınırlı oluyor.
(Bununla birlikte bu yazının, sadece sınıf öğretmeni meslektaşlarımıza değil, başlıktaki “beş grup eğitimcinin” tamamına ve hatta bütünüyle eğitim camiasına seslenen bir yazı olduğunu da bilhassa belirtelim. Ki sonuna kadar okunduğu takdirde bu zaten görülecek. Aynı zamanda şunu da belirtelim ki, şu anda epeyce uzun bir yazıyı okumaya başladınız. Ve eğer bu yazıyı sonuna kadar okumayı başarırsanız, yazının sonuna geldiğinizde sabrınızdan dolayı kendinizi kutlayabilirsiniz.)
        Çocuklarımız, bir yıllık okul öncesi eğitimden geçsinler veya geçmesinler, altı yaşında, deyim yerindeyse yoğrulmaya hazır hamurlar olarak sınıf öğretmeni arkadaşlarımızın önüne geliyorlar. Tabiî ana sınıflarında da, “çocuklarımıza okulu sevdirmek, onlardaki öğrenme ve birlikte iş yapma, paylaşma duygularını geliştirmek” gibi çok önemli görevlerin ana sınıfı öğretmenlerince gerçekleştirildiğinin altını çizelim.
        Birinci sınıfta haliyle “okuma yazma” öğretmeye ağırlık veren bir program uygulanıyor. İşte, lise ve dengi okullarda çalışan edebiyat öğretmenleri olarak (Sanıyoruz ilköğretimdeki Türkçe öğretmeni meslektaşlarımız adına da aynı şeyi söyleyebiliriz.) sınıf öğretmeni arkadaşlarımızdan beklentimiz bu aşamada başlıyor. Yani çocuklarımız okumayı söktükten hemen sonra…
        Bilindiği gibi millet olarak,  -şimdilik- az okuyan bir toplumuz. Bunun pek çok sebebi sayılabilir. Fakat diğer hiçbir faktör, öğretmenler olarak bizim bu konudaki sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, bugün az okuyan bir toplumsak bunun birinci derecedeki sorumluları bizleriz. Yarınlarda çok okuyan bir toplum hâline geleceksek, ki inşaallah gidiş o yöne, bunu sağlayacak olan da yine büyük ölçüde bizler olacağız. O halde, öğretmen camiası olarak kendimize, “okuma alışkanlığı kazanamamış çocuklarımıza bu alışkanlığı nasıl kazandırabiliriz” sorusunu ciddî ciddî sormalıyız diye düşünüyoruz.
        Şunu herhâlde hepimiz kabul ederiz. “Çocuklar kitap okuyun!” demekle, daha önce hiç kitap okumayan çocuklarımız birdenbire kitap okumaya başlayıvermiyorlar. Tıpkı, “ağacı sevelim, doğayı koruyalım” demekle çevre bilinci, “yerlere çöp atmayalım” demekle de temizlik bilinci kazandıramadığımız gibi. Yani “SÖZ”ü aşan şeyler yapmamız gerekiyor.
        Bu arada şunu da belirtelim. Eğer evde; anne, baba ya da her ikisi okuyorsa, o ailede yetişen çocuklarda, hiç değilse teorik olarak, okumama sorunu yaşanmayacağını düşünebiliriz. Fakat evde okuyan hiç kimse yoksa o zaman ne yapacağız? O çocuklar ömürleri boyunca doğru dürüst kitap okumayacaklar mı veya onların “kitap”la buluşmaları hayatın tesadüflerine mi kalacak?
İşte biz, ailesinde okuyan olsun olmasın, “OKUL”un kapısından içeri adım atan miniklerin, “sekiz veya on iki yılın sonunda, bu süre içinde okulda öğrendikleri her şeyi unutsalar bile, kitap sevgisi ve okuma bilinci kazanmış bireyler olarak bu eğitim yuvalarından mezun olmalarını sağlamak için neler yapabiliriz” sorusuna cevap aramalıyız diye düşünüyoruz. Düşündüklerimizi de, idealist meslektaşlarımızla paylaşmak istiyoruz.
        Değerli meslektaşlarımız, iyi bir okuyucuysak da değilsek de biliriz. (Burada uzun bir parantez açarak belirtelim ki, bu satırların yazarı “çok iyi” bir okuyucu değil. Tabiî ki bununla gurur filan duymuyor. Neyse ki evin diğer sakini esaslı bir kitap kurdu da, biz de onun yanında idare edip gidiyoruz. Gerçi Montaigne bir denemesinde; “İnsanlar, okumadıklarını söylemeye cesaret edemezler.” diyor; ama biz hepten okumayan biri olmadığımız için durumu açıklamakta bir sakınca görmüyoruz. Evet, bu satırların yazarı, okuma konusunda en istekli olduğu ilkokul ve ortaokul yıllarında, etrafında kendisine rehberlik edecek bilinçli yetişkinleri bulamamanın sıkıntısını yaşadı. Sonuçta o güzelim yılları büyük ölçüde, Kemalettin Tuğcu’nun hikâye kitaplarını ve eline geçen başka bazı kitapları “tekrar tekrar” okumakla geçirdi. Hâlbuki aynı yıllarda, bırakın dünya edebiyatının çocuk klasiklerini okumayı, hiç değilse Ömer Seyfettin’le, Sait Faik’le tanışsaydı ne kadar iyi olurdu. Elbette Kemalettin Tuğcu’yu okumak kötü veya yanlış değildi, bilâkis bizim neslin iyi kötü okuma alışkanlığı kazanmasında Kemalettin Tuğcu’nun epeyce etkisi olmuştur, yanlış olan orada uzun süre takılıp kalmaktı. Fakat bugünün çocukları tanışmalı. Ömer Seyfettin’le de, Sait Faik’le de, Mustafa Ruhi Şirin’le de, Cahit Zarifoğlu’yla da, Tarık Buğra, Yahya Akengin, Üzeyir Gündüz, Gülten Dayıoğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Fuat Köprülü, Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Necdet Neydim, Hakan Büyükdere, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Hasan Âli Yücel, Mahmut Yesari, M. Zeki Taşkın, Mevlânâ İdris, Yalvaç Ural, Ayla Çınaroğlu, Aytül Akal, Enver Naci Gökşen, İpek Ongun, Gülsüm Cengiz, Mavisel Yener, Nur İçözü gibi burada tek tek adlarını sayamayacağımız diğer çocuk edebiyatı yazar ve şairleriyle de, dünya edebiyatının çocuk klasikleriyle de tanışmalı. İşte bu da büyük ölçüde biz öğretmenlerin, daha doğrusu “siz idealist sınıf öğretmenlerinin” sorumluluğunda.) Okuma sevgisi ve alışkanlığı büyük ölçüde ilköğretim yıllarında kazanılıyor. Daha doğrusu o yıllarda bu işin temeli atılmazsa, sonraki yıllarda hem temeli atmak hem de binayı çıkmak bayağı zor oluyor. Bu bakımdan ilköğretimin bilhassa ilk beş yılının çok çok önemli olduğunu düşünüyoruz.
        Bildiğimiz kadarıyla son düzenlemeye göre ilköğretim bir, iki ve üçüncü sınıflarda haftada ON BİR SAAT, dört ve beşinci sınıflarda ise haftada ALTI SAAT Türkçe dersi var. Ayrıca 2010-2011 eğitim öğretim yılı başında yayımlanan bir genelgeyle bir, iki ve üçüncü sınıflara haftada “beş saat”, dört ve beşinci sınıflara ise “dört saat” serbest etkinlik uygulaması getirildi ki bu serbest etkinliklerin içinde “kitap okuma” da var.
Şimdi bizim önerimiz şu: Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda, idealist sınıf öğretmeni arkadaşlarımız bu on bir saatin beş saatini OKUMA SAATİ şeklinde kitap okumaya ayırsa. (Bildiğimiz kadarıyla şu anda zaten birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda haftada üç saat; dört ve beşinci sınıflarda iki saat “okuma saati” uygulaması yapılması yönünde bir Bakanlık genelgesi var. Gerçi sanıyoruz son olarak bu saatler birer saat eksiltilmiş ama olsun. İdealist sınıf öğretmeni meslektaşlarımız bir, iki ve üçüncü sınıflarda her hafta Türkçe dersine ayrılan on bir saatin üçünü, serbest etkinlik saatlerinin de ikisini okuma saati olarak değerlendirebilirler.) Yani her gün son saatler “OKUMA”ya ayrılsa. (Elbette ille de son saatlerde kitap okunmalı diye bir şey yok. Fakat öyle olursa, okumaya odaklanma daha fazla olur diye düşünüyoruz.) Böylece öğrenciler, “her gün bir ders saati” düzenli olarak kitap okusa. Bu saatlerde sınıftaki bütün öğrenciler, sınıf veya okul kitaplığından daha önce alacakları bir kitabı okusalar ve elbette bu arada kendimiz de sınıfta çocuklarla beraber kitap okusak. (Bu yolla yılda kaç kitap okuruz ve bunun sonucunda öğretmenliğimiz nasıl daha verimli ve coşkulu bir hâl alır kim bilir.) Yani bu saatleri, evde yapmamız gereken işleri aradan çıkarabileceğimiz fırsatlar olarak görmesek. Eğer öyle görür ve öyle davranırsak muhtemelen öğrencilerimizin büyük çoğunluğu da o saatlerde “okuma”nın dışında bir şeylerle vakit geçireceklerdir ve bu durumda “okuma saati” uygulamamızın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Nitekim uzun yıllar ilköğretimde çalışan, daha sonra da branş değişikliği yaparak Türkçe öğretmenliğine geçen Emrah GÜLTEKİN adlı edebiyat öğretmeni bir arkadaşımız, bir sohbetimizde, her hafta Türkçe dersinin bir saatinde öğrencileriyle birlikte kitap okuduklarını, bunun güzel sonuçlarını aldığını, bir süre sonra bazı çocukların “tuğla gibi” kalın kitapları okumaya başladıklarını, bir keresinde denemek için “kitap okuma saatinde” çocuklar kitap okurlarken kendisinin okumayıp başka bir şeyle meşgul olduğunu, bunu fark eden birçok öğrencisinin de okumayı bırakıp farklı şeylerle ilgilenmeye başladıklarını söylemişti.
        Aynı şekilde dört ve beşinci sınıflarda da hiç değilse haftada üç saati (sözgelimi pazartesi, çarşamba ve cuma günleri son saatleri) kitap okumaya ayırsak. Hatta sınıftaki, kitaplık kulübünden sorumlu öğrencilere de bir defter tuttursak ve bu öğrenciler, sınıftaki bütün öğrenciler için bu defterden birer veya ikişer sayfa ayırsalar… (Bunun, öğrencileri okumaya teşvik konusunda epeyce etkili bir yöntem olduğunu belirtelim.) Okuduğu kitabı bitiren her öğrenci, kitaplık kulübünden sorumlu arkadaşlarına, bitirdiği kitabın adını ve sayfa sayısını yazdırsa… (Eğitim öğretim yılı başında, sınıf kitaplığındaki bütün masal ve hikâye kitaplarının ilk sayfasının bir köşesine, resimli sayfalar filan düşüldükten sonra kitabın net sayfa sayısı, öğretmenin görevlendireceği birkaç öğrenci tarafından tesbit edilip tükenmez kalemle yazılırsa, haksız rekabet de en baştan önlenmiş olur.) Her ayın sonunda da sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, o ayın en çok okuyan üç veya beş öğrencisini, (okuduğu kitap sayısına göre değil, sayfa sayısına göre) okuduğu toplam sayfa sayısını da belirterek sınıf huzurunda tebrik etse… Hatta okul idaresiyle de işbirliği yapılarak her dönemin sonunda, her sınıftan “en çok sayfa okuyan” ilk üç öğrenciye ödüller verilmesi sağlansa… Böylece “okuma” işi hem sınıf içinde hem de okul genelinde itibar görse… Sanıyoruz, sanmak ne demek katıksız inanıyoruz, bu harika bir uygulama olur.
        Bu ülkede öğretmen, idareci, ebeveyn, müfettiş, yetkili yetkisiz, ilgili ilgisiz hemen herkesin ortak şikâyet konularından biri, yeterince okumuyor oluşumuz değil mi? İşte biz de bu soruna, öyle dâhiyane filan da olmayan “kalıcı bir çözüm” öneriyoruz. Gerisi idealist sınıf öğretmeni arkadaşlarımızın, idealist okul müdürlerimizin, idealist Millî Eğitim Müdürlerimizin ve daha üst kademelerdeki etkili yetkili büyüklerimizin bileceği bir şey.
İnanıyoruz ve de iddia ediyoruz ki, “OKUMA SAATİ” uygulamasını önemseyen idealist sınıf (Türkçe ve edebiyat) öğretmeni meslektaşlarımızın sınıfları, bu işi önemsemeyen arkadaşlarımızın sınıflarından; bu projeye destek veren okul müdürlerimizin okulları diğer okullardan; İlçe Millî Eğitim Müdürlerimizin ilçeleri diğer ilçelerden ve nihayet bu işi ciddiye alan İl Millî Eğitim Müdürlerimizin (Burdur örneğinde olduğu gibi) illeri, yeterince ciddiye almayan illerden kesinlikle çok farklı olacaktır.
Bu arada, bizim bu önerimizin yeni bir buluş olmadığını, sınıfça kitap okuma uygulamasının Türkiye’de yıllardır birçok sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmeni tarafından başarıyla sürdürüldüğünü de belirtelim.
Şimdi, başta genç meslektaşlarımız olmak üzere bilhassa sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, “müfredat”ı yetiştirememe endişesine kapılabileceklerdir. Müfredat elbette hepimizi bağlayan bir husus. Fakat hepimizi bağlayan bu hususun bu anlamda elimizi kolumuzu bağlamasına da izin vermemeliyiz diye düşünüyoruz. Bizler yıllardır, hemen hemen “sadece müfredatı yetiştirme” endişesiyle hareket ettik. Ancak müfredatı yetiştirmekle veya sadece buna gayret etmekle çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandıramadık. Dahası, bunu nasıl yapabileceğimiz konusunda düşünmeye de pek fazla vakit bulamadık. Elbette derslerimizin müfredatında değişiklik yapamayız; ama işleyeceğimiz metinlerde, etkinliklerde sadeleştirmeye gidebiliriz. Böylece kazanacağımız vakti “kitap okuma etkinliğine” aktarabiliriz. İnanın bu şekilde çocuklarımıza çok daha faydalı oluruz. Hani, “okuma alışkanlığı kazanamamış bir insanın eğitimi yarım kalmıştır” deniyor ya, işte biz “okuma saati” uygulamasıyla çocuklarımıza, eksiklerini bir ömür boyu tamamlamalarının yolunu açmış olacağız. Aksi halde pek çoğu, eksiklerinin farkına bile varmadan bu dünyadaki hayatlarını tamamlayacaklar.
Bütün bunları söylerken, öğrenci kitlesi içinde çok iyi okuyan geniş bir kesimin varlığını da teslim edelim. Eğer konuyu biraz özelleştirecek olursak, meslek hayatımızın son döneminde, on yıl çalıştığımız Lüleburgaz Lisesinde ve üç yıl çalıştığımız Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesinde çocuklarımızın büyük çoğunluğunun kitapla haşır neşir olduklarını kendi gözlemlerimize dayanarak biliyoruz. Keza 2009 yılında, isteğe bağlı il dışı yer değiştirme kapsamında geldiğimiz ve sadece bir dönem çalıştığımız Aydın Germencik Ortaklar Lisesinde de öğrencilerimizin “okuma” konusunda hayli duyarlı, hevesli ve istekli olduklarını büyük bir memnuniyetle gördük. (Geriye doğru; iki yıl çalıştığımız Lüleburgaz-Ahmetbey Lisesinde, dört yıl çalıştığımız Ankara-Sincan Lisesinde ve üç yıl çalıştığımız Şırnak Lisesindeki görev yıllarımızda henüz kendimiz bu konunun yeterince idrakinde değildik.)
Şimdi de Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesindeyiz. Her türdeki Anadolu Lisesine “yeniden” atama kapsamında başvurduğumuz ve “ilk tercih” olarak yazdığımız bu okula, 2009-2010 eğitim öğretim yılının birinci döneminin sonlarında atandık. 22 Ocak 2010’da da (yani birinci dönemin son günü) Ortaklar Lisesinden ilişiğimizi kesip aynı gün burada göreve başladık. İlk izlenimlerimizin çok güzel olduğunu öncelikle belirtelim. Bir kere son sınıflar, harıl harıl üniversiteye hazırlanmalarının yanı sıra kitap okumayı da ihmal etmiyorlar. Dersine girdiğimiz diğer bütün sınıflarda da, aşağı yukarı her öğrencinin elinde bir kitap gördük. Yani Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi topyekün okuyor. Tabiî bizim bu tabloda şimdilik hiçbir katkımız yok. Bu tamamıyla, 2009-2010 eğitim öğretim yılı itibariyle bu okulda bulunan hepsi birbirinden değerli, gayretli ve işinin ehli beş arkadaşımızın, o çocukların geldikleri ilköğretim okullarındaki bu işe gönül vermiş sınıf ve Türkçe öğretmeni meslektaşlarımızın ve elbette o çocukları yetiştiren “okuyan anne babaların” eseri.
Sözün özü, biz Türk milletinin, biraz yavaş da olsa, “okuyan toplum” olma yoluna girdiğini düşünüyoruz ve bunu nasıl hızlandırabiliriz diye de beyin jimnastiği yapıyoruz.
İtiraf edelim ki, yirmi dört yıllık edebiyat öğretmeni olmamıza rağmen, sekiz on yıl öncesine kadar, “çocuklarımıza nasıl kitap okuma alışkanlığı kazandırabileceğimiz konusunda” çok berrak düşüncelere de sahip değildik. Yani neyi nasıl yapacağımızı tam olarak bilememenin sıkıntısını yaşıyorduk. Çünkü bu işin sihirli formülleri yoktu. Biz de önce, ilköğretim ikinci kademedeki Türkçe dersleriyle, liselerdeki edebiyat derslerinin işlenme yöntemini sorgulamakla işe başladık ve o konudaki (bir bakıma bu uzun yazıya da ana rahmi olan) düşüncelerimizi yazıya döktük. Sonrasında da, bu konuda yapılabileceklerin büyük çoğunluğunun bilhassa ilköğretimin birinci kademesinde yapılabileceği kanaatine vardık. (Okumayı Sevdirme Yolları adlı kitabın da bu konuda oldukça yararlı bir çalışma olduğunu yeri gelmişken belirtelim.) İşte bunun sonucunda da, beş altı yıl kadar önce bu yazının “ilk hâli” çıktı ortaya. O günden bugüne de aynı yazıya sürekli olarak yeni paragraflar ilâve ettik, önceden yazdıklarımız üzerinde birtakım değişiklikler, düzeltmeler yaptık.  
        Kanaatimiz o ki, “OKUMA”ya fazla zaman ayırıyor, çocuklara fazla kitap okutuyor diye hiç kimse bir öğretmeni suçlamaz. Ve eğer sizler bunu yaparsanız, yani birinci, ikinci, üçüncü sınıflarda haftada beş saati; dört ve beşinci sınıflarda da üç saati, “OKUMA SAATİ” olarak değerlendirirseniz neler olacağına bir bakalım.
Bir kere çocuklarımız daha fazla kelime bilecekleri ve dolayısıyla daha fazla kelimeyle düşünecekleri için okuduklarını daha kolay anlayacaklar. Buna bağlı olarak sadece Türkçe dersinde değil, diğer derslerde de başarıları artacak. Daha hızlı okuyacakları için zamandan kazanacaklar, bu da onlara girecekleri önemli sınavlarda, daha kısa sürede daha fazla soruyu cevaplandırma avantajı sağlayacak. (Kitap okutacağınıza test çözdürün diyen okul müdürlerimizin kulakları çınlasın!) Zaman içinde sözlü ve yazılı ifadeleri gelişecek, iç dünyaları zenginleşecek. Ayrıca, ilköğretimden sonra hangi tür liseye giderlerse gitsinler, ilköğretimde kazandıkları okuma alışkanlığını muhtemelen hayatlarının sonuna kadar devam ettirecekler. Ve elbette okudukça daha çok öğrenecekler, öğrendikçe daha çok okumak isteyecekler. Bunun tabiî sonucu olarak da, daha donanımlı ve kendilerine daha çok güven duyan insanlar olarak yetişecekler. Bütün bunlara ilâveten, okudukça, çocuklarımızın davranışlarındaki birtakım olumsuzlukların da giderek azalacağını, olumlu yönlerin ise gelişeceğini düşünüyoruz. Yani bu yönüyle, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırmak, bir bakıma kendimize de iyilik etmek anlamına geliyor.
        Öte yandan; ikinci kademedeki, eğer varsa, “yeterince okumayan” ders öğretmenlerimiz de (elbette önemli bir kısmı okuyor) bu durumdan olumlu yönde etkilenecekler. Çünkü sizin yetiştirdiğiniz (yetiştireceğiniz) öğrenciler, altıncı sınıfta onların önüne epeyce bir şeyler okumuş olarak gelecekler, hatta Türkçe öğretmenlerine belki de, “Bize sessiz okuma için zaman ayıracak mısınız?” diye soracaklar.  Türkçe öğretmeni arkadaşlarımız, ilk defa derslerine girecekleri bu öğrencilere, “Bugüne kadar hangi kitapları okudunuz?” sorusunu yönelttiklerinde, onlar da okudukları kitapları sıralayacaklar. (Bilhassa eğitim öğretim yılının ilk bir iki haftasında çocuklarımıza, yaz tatilinde kaç kitap okuduklarını, bu kitapların adlarını soralım. Çünkü okuyan çocuklar bunun sorulmasından büyük bir memnuniyet duyuyorlar.) Sırf bu bile tek başına , “az okuyan” Türkçe öğretmenlerini tetikleyecek; onları, bildikleriyle okuduklarıyla yetinmeme konusunda hareketlenmeye sevk edecek. (Doğrusu biz, henüz okumadığımız bir klasiği öğrencilerimizden birinin elinde gördüğümüz zamanlarda bu mahcubiyeti yaşadık.) “Okuyan” Türkçe öğretmenlerimiz ise zaten bu durumdan fazlasıyla memnun olacaklar ve muhtemelen sizlere teşekkür edecekler.
        Diğer taraftan, sınıf öğretmeni arkadaşlarımız cümbür cemaat (doğrusu elbette cumhur cemaat olacak) okumaya başladıklarında, bu durum öğretmen odalarına da yansıyacak, buraların havası da değişecek. Yani bu durum, öğretmen odalarında, önce sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, sonra da sınıf öğretmenleriyle ders öğretmeni arkadaşlarımız arasında “okuma” konusunda tatlı bir rekabet başlatacak. (Bir öğretmenin, okumakta olduğu bir kitabı yanına alıp dolmuşta, otobüste, metroda, trende, boş dersinde, öğle arasında, hatta teneffüste okuması asla gösteriş budalalığı değildir. Bilâkis, başta öğrencileri olmak üzere okumayanları okumaya teşvik etmedir. Zira biz farkında olsak da olmasak da öğrencinin gözü her an öğretmenin üzerindedir. Öğrenci, yemekhanenin lâvabolarında, öğretmeninin ellerini nasıl ve ne kadar süreyle yıkadığından arabasına bindiğinde emniyet kemerini takıp takmadığına, gömleğinin ütülü olup olmadığına kadar bir sürü şeye dikkat ediyorsa gerisini varın siz düşünün.) Okumayan meslektaşlarımız okuyan arkadaşlarının elinde bir iki haftada bir değişik kitaplar görecek ve muhtemelen bir süre sonra onlar da kitaplarla “yeniden” yakınlık kurmaya başlayacak. Okuyan meslektaşlarımız da birbirlerine, okudukları kitaplardan söz edecek. Böylece, okunması biraz da zaman kaybı sayılabilecek kitaplar kendiliğinden elenecek, okuma eylemine ayrılan zamanlar daha değerli kitaplara tahsis edilmiş, öncelikle okunması gereken ama henüz okunmamış kitapların bir an evvel okunması için de istekler kamçılanmış olacak. Aynı durum elbette liselerdeki öğretmen odaları için de geçerli. 
        Şunu da hemen belirtelim ki, ilköğretim okullarının birçoğunda birinci kademe ile ikinci kademe sınıflarının ayrı binalarda olması ve buna bağlı olarak sınıf öğretmenleri odasıyla ders öğretmenleri odasının farklı binalarda bulunmasının çok fazla önemi yok. Zira ders öğretmenleri, kademeli olarak en geç beş yılın sonunda önlerine gelen öğrencilerdeki farkı fark edecek ve devamında da bunun, bir döneme mahsus tesadüfi bir durum olmadığını anlayacaklar. Ayrıca bütün öğretmenler hiç değilse yılda birkaç defa kurullarda bir araya gelecekler, sohbet edecekler. Sohbet etmeseler bile, kurullarda “eğitim öğretimin kalitesinin yükseltilmesine yönelik maddeler görüşülürken, öğrencilerin kişiliklerini geliştirmeye yönelik öneriler ifade edilirken” sınıf öğretmeni meslektaşlarımızın söyleyecekleri, herhâlde ders öğretmeni arkadaşlarımızın ilgisini çekecek.
Bu arada, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında her şeyi sınıf ve Türkçe öğretmeni meslektaşlarımızdan beklediğimiz de düşünülmesin. Bizler de liselerde, yoğun şekilde üniversite sınavlarına hazırlanmaları sebebiyle, son sınıfları uygulamanın dışında tutarak, Türk Edebiyatı derslerine giren arkadaşlarımız marifetiyle bütün öğrencilere, ayda bir kitaptan, bir dönemde dört, iki dönemde asgari sekiz kitap okutuyoruz. (Bu yöntem, 2008-2009 eğitim öğretim yılında Lüleburgaz Lisesinde, Edebiyat Öğretmeni Birsen Yüksel’in önerisiyle sene başı zümre toplantısında tutanağa karar olarak girdi ve sekiz edebiyat öğretmeni tarafından başarıyla uygulandı. Bu arada yıl içinde pek çok öğrenci velisi, çocuklarına okuttuğumuz kitapları evde kendilerinin de okuduklarını toplantılarda ve ikili görüşmelerimizde ifade etti. Görüldüğü gibi sudaki halkalar misâli yayılıyor bu iş.) Kitapların okunup okunmadığını ya da internetteki özetlerin okunmasıyla yetinilip yetinilmediğini de, kısa cevaplı on beş, yirmi soruluk “kitap sınavları”yla denetliyoruz.
Yalnız, kitap sınavında sözgelimi yirmi soru sorup her cevaba beş puan vererek o şekilde bir değerlendirme yapmıyoruz. Çocuk bazı sorulara cevap verememiş olsa bile, kitabı okumuşsa, ki bu kolayca anlaşılıyor, o kitabı okumasının karşılığı olarak yirmi beş puanı hak etmiş oluyor. Esasen öbür türlü bir değerlendirme yaparsak, kaş yapalım derken göz çıkarabilir, çocuklarımızı kitaptan büsbütün uzaklaştırabiliriz. Zira çocuk o tür değerlendirmelerin yapıldığı okullarda kendini, verilen kitabı iki üç defa okumak zorunda hissedebiliyor ki bunun ne kadar can sıkıcı bir şey olduğunu sanıyoruz söylemeye bile gerek yok. Oysa eğitimciler olarak bizim amacımız üzüm yemek. Bu arada bir ay boyunca bir sınıftaki öğrencilerin hepsine aynı kitabı okuttuğumuzu belirtelim. (Öğrenciler kitapları ödünç veya satın alarak kendileri temin ediyor. Böylece aslında pek çok öğrencimizin, şahsî kütüphanesini kurmasının da yolunu açmış oluyoruz. İsteyen öğrencilere de evimizdeki kitaplardan veriyoruz.) Yani sözgelimi Ekim ayında Toprak Ana’yı, Kasımda Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Aralıkta Sefiller’i, Ocakta Fareler ve İnsanlar’ı, Şubatta Beyaz Diş’i gibi. Aksi halde kitap sınavı yapmak ve durumu denetlemek zaten mümkün olmaz. Kitapları da, Bakanlığımızın tavsiye ettiği “100 kitaplık” listeden veya o yazarların başka eserlerinden seçiyoruz ve genelde de romanları tercih ediyoruz. Elbette her öğretmen bu çerçeve dahilinde, okutacağı kitapları kendisi belirliyor. Sene başı zümre toplantılarında da bütün bu durumları ve Türk Edebiyatı dersinden öğrencilere her dönemde “iki sözlü notu verilmesi” ve bu iki sözlü notundan birinin kitap sınavlarından alınan sonuçlarla oluşacağı hususunu karar altına alıyoruz. Yani bir dönemde dört kitabın dördünü de okuyan öğrenci, Türk Edebiyatı dersinin iki sözlü notundan birini “100” olarak garantilemiş oluyor. Böyle olacağını da, Türk Edebiyatı dersine giren arkadaşlar daha sene başında öğrencilere açıklıyorlar.
(Bu arada bilhassa dokuzuncu sınıflarda okuttuğumuz kitapların, özellikle de ilk kitapların sayfa sayısının az, sürükleyiciliğinin fazla olmasına dikkat ediyoruz. Ki, okuma alışkanlığını henüz kazanmamış çocuklarımız, daha başlamadan bu işten soğumasınlar. Her ne kadar her kitap herkes için aynı derecede “güzel” ve “ilgi çekici” olmasa da sözgelimi bir üst paragrafta adlarını andığımız romanların dokuzuncu sınıflarda okutulmak için isabetli seçimler olduğunu söyleyebiliriz. Yine Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanıyla Cemile adlı uzun hikâyesi de uygun olur.)
Yöntemin “not”a bağlı olması elbette eleştirilebilir; fakat eleştirenler “daha iyi bir yöntemi” de önermek durumundalar. Bu arada şunu da belirtelim ki, okuyan öğrenci, senede sekiz kitapla zaten yetinmiyor. Bizim uygulamamız daha ziyade, liseye gelene kadar okuma alışkanlığı edinememiş çocuklarımıza da bu alışkanlığı kazandırmaya yönelik. Tabiî bu arada “okuyan” öğrenci de, “okuma”nın bir şekilde pirim yaptığını görmüş oluyor.
2009 yılında atandığımız ve ilk dönem çalıştığımız Ortaklar Lisesinde, Türk Edebiyatı derslerine girdiğimiz 9. sınıflarda farklı bir uygulama başlattık. Kendi kitaplığımızdan götürdüğümüz otuz kırk kadar kitabı tamamıyla gönüllülük esasıyla, okumak isteyen öğrencilere dağıttık. Tuttuğumuz bir defterde de her öğrenciye bir sayfa açtık. Kitap alan öğrencinin sayfasına kitabın adını, 1’den başlayarak aldığı kitaba verdiğimiz numarayı ve o günün tarihini yazdık. Öğrenci kitabı getirdiğinde de kitabın numarasının önüne bir “+” işareti koyduk. Bir öğrenciye, aldığı kitabı getirmeden ikinci bir kitap vermedik. Kitap dağıtma ve toplama işini de yoklamayı aldıktan sonraki iki üç dakika içinde yaptık. Önce, okuyup getirenlerden kitapları topladık, sonra da almak isteyenlere istedikleri kitapları hızlıca verdik. Okuyup okumadıklarını kesinlikle sorgulamadık. Ancak aldıkları kitapları okumadıklarını asla düşünmedik. Onlara; Heidi, Pollyanna, Peter Pan, Oliver Twist gibi çocuk romanlarının (Lisede öğrencilerimize çocuk romanı okutmamız ilk etapta garip gelebilir; fakat bu çocuklar bu kitapları ilköğretimde okumamışlarsa dokuzuncu sınıfta okumalarının bizce hiçbir sakıncası yok. Kaldı ki böylece o kısım da eksik kalmamış olur.)  yanı sıra, Ömer Seyfettin’in hikâyelerini, Sefiller, Robinson Crouse, Don Kişot, Siyah Lâle gibi romanları da verdik. Bu şekilde birinci dönemin sonuna kadar, yaklaşık seksen öğrenciden yetmiş kadarı en az iki kitap aldı. Bunlardan birçoğu dört beş, bir kısmı da altı yedi kitaba ulaştı. Tabiî biz de bu durumu sözlü notu olarak değerlendirdik. Bu arada bir öğrencimizin, (Sana bir kere de buradan teşekkür ediyorum Azad Can.) evindeki on kadar kitabı getirip isteyen arkadaşlarına verilmek üzere bize teslim etmesi doğrusu bizi çok duygulandırdı. Üst sınıflarda da, hatta üniversite sınavlarına hazırlandıkları halde son sınıflarda bile, okumaya zaman ayırmaya çalışan birçok öğrencimizin bulunduğunu görmek de bizi çok sevindirdi.
Öte yandan Kütüphanecilik Kulübü rehber öğretmeni arkadaşımız da kütüphaneden kitap alan öğrenci sayısının hayli memnuniyet verici olduğunu ifade etti. Ki, öğrencilerimizi okul kütüphanemizin yanı sıra halk kütüphanesine de yönlendirdik. Bu arada edebiyat zümresindeki diğer arkadaşlarımızın da “okuma” ve “okutma” konusunda son derece duyarlı olduklarını bilhassa belirtelim.
Unutmadan ve yeri gelmişken, çocuklarımıza okuma alışkanlığı ve bilinci kazandırılmasıyla ilgili olarak çok önemsediğimiz bir hususta da düşündüklerimizi ifade edelim. Biliyoruz ki, gerek ilköğretimde ve gerekse liselerde, sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri arasında çok iyi okuyanlar olduğu gibi; (muhtemelen çok az okuyanlar ya da hiç okumayanlar da vardır) fen bilgisi, matematik, sosyal bilgiler, kimya, fizik, biyoloji, felsefe, yabancı dil vb. branşlardaki meslektaşlarımız içinde de “okuma” konusunda “çok iyi” olan arkadaşlarımız var. İşte bizim de bu arkadaşlarımızdan bir istirhamımız var. Okumakta oldukları (şiir, hikâye, roman, deneme vs.) kitapları okula da getirseler, gerek boş derslerinde ve gerekse öğle aralarında öğretmenler odasında da okusalar. Yine derse giderken de yanlarında götürseler ve masanın üzerine koysalar. Bunun iki yönlü yararı olur. Hem öğrencilerin bilinçaltına, “okumak herkesi kuşatan bir olgudur” mesajı gönderilmiş olur, hem de okuma konusunda zafiyeti olan Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimiz de bu durumdan bir vazife çıkarabilir. (Meselâ biz, 2009-2010 eğitim öğretim yılının birinci döneminde aynı okulda çalıştığımız felsefe ve fizik öğretmeni arkadaşlarımızın dolmuşta kitap okumalarından etkilendik ve haftada beş gün, Aydın-Ortaklar arasındaki yarım saatlik yolculuğumuz sırasında dolmuşta kitap okumaya başladık.) Bunun dışında, ilgili ders öğretmenlerimiz açısından, “Acaba böyle bir durum, öğrenci gözündeki ağırlığımızı azaltır mı?” türünden bir endişeye yer olmadığı kanaatindeyiz. Yani öğrencinin kafasında o tür bir düşünce oluşacağını sanmıyoruz. Ki okumak herkese artı değer katan bir şeydir.   
Bu arada öğretmenler olarak belki de farkına bile varmadan zaman zaman düştüğümüz bir hata var. Öğrencilerin ellerinde sözgelimi pek onaylamayacağımız türden bir kitap gördüğümüzde onlara olumsuz birtakım şeyler söyleyebiliyoruz. Halbuki bugün bizim yaşlarımızda olup da iyi birer okuyucu olan pek çok yetişkinin, işe bir zamanlar Teksas, Tommiks, Zagor gibi resimli macera kitaplarını okumakla başladıklarını da pekâlâ biliyoruz. Keza bizim iki kızımız da dördüncü, beşinci sınıflarda “deli gibi” Thomas Brezina’nın kitaplarını okudular. Altı ve yedinci sınıflarda da Harry Potter dizisini hatmettiler. Hatta küçük kızımız bu dizinin bazı kitaplarını ikinci, üçüncü defa okuyor. Elbette çocuk klasiklerini, Ömer Seyfettin’in, Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarını da okudular. Ama okumak istiyorlarsa bırakalım öbürlerini de okusunlar. İleride zaten daha seçici olacaklar.
Aklımıza gelmişken şunu da söyleyelim. İlköğretimin birinci (hatta ikinci) kademesinde sınıftaki bütün öğrencilere eşzamanlı olarak “aynı kitabın” okutulmasını ve bunun sınavla denetlenmesini kesinlikle önermiyoruz. Sanıyoruz bu konuda çocukların “okudum” beyanını kabul etmek daha doğru olur. Belki ilâveten, haftanın bir veya iki gününde belli bir ders saatinde ve de gönüllülük esasıyla, okudukları kitaplardan sözlü olarak birkaç cümleyle bahsetmeleri istenebilir. Böylece çocuklarımızın medenî cesaretleri ve sözlü ifade becerileri de geliştirilmiş olur. Açıkçası özet çıkartma veya rapor hazırlatma gibi uygulamaları da doğru bulmuyoruz. Çünkü bu tür uygulamaların, çocuktaki okuma isteğini genellikle olumsuz etkilediğini düşünüyoruz.
Kabul edelim ki “yazmak”, bırakın çocukları, pek çok yetişkine bile bayağı zor gelen bir iştir ve “okuma” konusunda az çok mesafe alındıktan sonra, kendi tabiî seyri içinde yavaş yavaş gelişen bir beceridir.
        Çok değerli sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, buraya kadar yazdıklarımızın, söylediklerimizin bizzat “kendi” çocuklarımız için faydalı olacağı kanaatini taşıyorsak, şu sınıfça “OKUMA SAATİ” uygulaması üzerinde lütfen bir kere daha enikonu düşünelim. Başkaları çocuklarını bizlere emanet ediyor, bizler de kendi çocuklarımızı başka öğretmenlere teslim ediyoruz. Kaldı ki, şu anda çocuğumuz olmayabilir, hatta evli bile olmayabiliriz. Fakat bu durum, bize emanet edilen çocukların, “Bu Ülke”nin yarınlarını inşa edecek olmaları gerçeğini değiştirir mi? Sanıyoruz meseleyi daha ziyade bu boyutuyla düşünmemiz gerekiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, öncelikle çocuklarımızın, giderek insanımızın “daha çok okuyan” bireyler haline gelmesi; Türkiyemizin yakın gelecekte “daha çok okuyan” bir ülkeye dönüşmesi büyük ölçüde sizlerin, çocuklarımıza okuma yazmayı öğrettikten sonraki dört, dört buçuk yıllık süreçte, “OKUMA” kavramına yükleyeceğiniz anlama ve bu uygulamaya vereceğiniz öneme bağlı. Yani biz böyle düşünüyoruz.
        Bu arada, ihtimal vermek istemiyoruz; ama belki bazı meslektaşlarımız, “Bir tek benim çabamla bu toplum kitap okur hâle gelir mi?” diye düşünebilir. Biz, bu şekilde düşünme lüksümüzün bulunmadığı kanaatindeyiz. Biz bir mum yakalım; biz bir yürümeye başlayalım, bakalım kimler çırasını, el fenerini kapıp koşmaya başlayacak? Hem, bütün büyük yangınlar tek bir küçük kıvılcımla başlamaz mı! Ve biz bulunduğumuz yerde neden o kıvılcım olmayalım? Kaldı ki yukarılarda bir yerde de belirttiğimiz gibi, ülkemizde yıllardır bu işi başarıyla ve elbette büyük bir fedakârlıkla yapan insanlar zaten var.
Değerli meslektaşlarımız, eğer kendi alanınıza bir müdahale ve saygısızlık olarak değerlendirmezseniz sizlerle bir düşüncemizi daha paylaşmak istiyoruz. Biz bir edebiyat öğretmeni olarak ilk beş yılda çocuklarımıza, en fazla kullanılan bazı noktalama işaretleriyle, ilk etapta onlara gerekli olacak bazı yazım kuralları ve bunlara bağlı olarak bazı dil bilgisi konuları dışında “dil bilgisi yüklemesi” yapılmamasının daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz bilemiyoruz; fakat hem ilköğretim ikinci kademede hem de lisede tekrar tekrar öğrenecekleri dil bilgisi konularını o körpecik beyinlere “tıkıştırmaya” çalışmak, yani bir anlamda o küçük küçük yavruları daha o yıllarda “gramere boğmak” bize hiç ama hiç doğru bir uygulama gibi görünmüyor. Hatta böylesi bir uygulamanın, çocuklarımıza yaptığımız büyük bir eziyet ve hatta kötülük olduğunu düşünüyoruz. (Eğer, müfredatta yoksa ve buna rağmen, maalesef bazı meslektaşlarımız gibi, daha birinci ikinci sınıfta gramer öğretmeye başlamamızın gerekçesi olarak; İl Millî Eğitim Müdürlüklerince zaman zaman yapılan il genelindeki seviye belirleme sınavlarında, Türkçe dersinden gramer bilgisine yönelik soruların da bulunmasını gösteriyorsak o takdirde, beşinci sınıfın sonuna kadar yapılacak sınavlarda, gramer bilgisini ölçmeye yönelik soru sorulmaması için hemen girişimde bulunalım. Aslında, hiç değilse beşinci sınıfın ikinci dönemine kadar bu tür sınavlar hiç yapılmasa ne kadar güzel olur. Herhalde hem “test çocukları” yetiştirmekten “hayata hazırlanan çocuklar” yetiştirmeye doğru önemli bir adım atmış, hem de çocuklarımıza, hiç hakkımız olmadığı halde ellerinden aldığımız, “çocukluklarını” teslim etmiş oluruz. Böylece bu düşüncemizi de Bakanlık yetkililerimize arz etmiş olalım.) Kaldı ki Türkçe’yi bu şekilde sevdirmek de mümkün değil. Sanıyoruz onlara dilimizi sevdirmenin en güzel yolu, bu dille yazılmış güzel masalları, ninnileri, tekerlemeleri, şiirleri, hikâyeleri, hatıraları, gezi yazılarını, biyografileri ve saireyi bol bol okutmaktan geçiyor.
Böyle yaptığınızda, yani gramer öğretme işine sadece gerektiği kadar yer verip, sessiz okuma saatleriyle öğrencilerinizi birer “okuma tutkunu” olarak yetiştirerek altıncı sınıfa gönderdiğinizde, ikinci kademedeki bazı Türkçe öğretmeni meslektaşlarımız, “Bu çocuklara hiçbir şey öğretilmemiş, ne kelime çeşitlerini biliyorlar, ne cümlenin öğelerinden haberleri var, ne isim tamlamasını biliyorlar ne sıfat tamlamasını.” diyerek sizi gıyabınızda eleştirirler mi bilmiyoruz. Doğrusu biz hiçbir Türkçe öğretmeni arkadaşımızın böyle bir eleştiride bulunacağına ihtimal vermek istemiyoruz; ama eğer böyle bir şey yaparlarsa, bunun da kesinlikle kaale alınmaması gereken bir eleştiri olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem zaten bütün dil bilgisi konularını da siz öğrettikten sonra, ikinci kademede o arkadaşlarımız çocuklara dil bilgisi adına ne öğretecekler ki! Ayrıca, okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandıramadıktan sonra, çocuklarımıza Türkçenin bütün dil bilgisi konularını öğretsek (daha doğrusu ezberletsek) ne olur, öğretmesek ne olur.
        Değerli sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, ilk bakışta konumuzla pek ilgisi yok gibi görünen, gerçekte ise çok yakından ilgili olduğunu düşündüğümüz iki hususta da, hoşgörünüze sığınarak sizlerle “üzüntümüzü” paylaşmak istiyoruz.
Öncelikle, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçen öğrencilerin anne babalarına, yaz tatilini değerlendirmek adına çocuklarına test kitabı almalarının önerilmesi bizi gerçekten çok üzüyor. Elbette her sınıf öğretmeni arkadaşımız böyle yapıyor iddiasında değiliz. Bir kitapçıda karşılaştığımız örnek bu konuda “tek örnek” dahi olsa, o sınıftaki öğrenciler adına üzüldük. Biz hiç değilse beşinci sınıfın sonuna kadar çocuklarımızın, test kitaplarının soğuk yüzünden olabildiğince uzak tutulup masal, sonrasında da hikâye ve şiir kitaplarının canlı, renkli, resimli, cıvıl cıvıl sıcak dünyasına yönlendirilmelerinin, onların gelecekteki kişilik gelişimleri, mutlulukları ve başarıları adına çok daha yararlı olacağını düşünüyoruz. Kaldı ki bu çocuklar ileriki yıllarda zaten çok fazla test çözecekler, öyle değil mi?
        O mini mini yavrularla ilgili olarak üzüldüğümüz bir diğer husus da, maalesef “bazı” sınıf öğretmenlerimizin, çocukları bıktıracak hatta “okul”dan da “okumak”tan da bezdirecek şekilde ev ödevi vermeleri. Tabiî bu durumda da olan yine sorumluluk katsayısı yüksek çocuklara oluyor. Diğerlerinin ödevlerini ya anne babaları yapıyor ya da onlar ödevlerini yapmadan geliyorlar. Elbette iyi niyetle ve okulda öğrettiklerimizin pekiştirilmesi amacıyla verdiğimiz, bu türden “çok fazla zaman alıcı” ödevler, belki de bu “OYUN ÇOCUKLARININ” daha en başta “okul”dan ve “okumak”tan soğumaları sonucunu doğuruyor. Bu iki hususun bir “eleştiri” olarak değil; fakat çocuklarımız adına duyduğumuz bir üzüntünün paylaşılması olarak kabul edilmesini özellikle istirham ediyoruz ve bir kere daha hoşgörünüze sığınıyoruz. Sonuçta her şeyi çocuklarımız ve “Bu Ülke”nin, hatta insanlığın geleceği için yapmıyor muyuz?
Görüldüğü gibi bu uzun “mektup” büyük ölçüde sınıf öğretmeni meslektaşlarımızla bir “sohbet” niteliği taşıyor. Ancak yeri geldikçe; Türkçe ve edebiyat öğretmeni arkadaşlarımızla da birtakım düşüncelerimizi, dolaylı da olsa paylaşmaya çalıştık. “Son söz”ü söylemeden önce, ortaöğretim kurumlarında görev yapan edebiyat öğretmeni meslektaşlarımız ve “müdür” sıfatıyla çalışmakta olan arkadaşlarımızla da bazı düşüncelerimizi doğrudan paylaşmak istiyoruz.
Özellikle meslek liseleriyle genel liselerde (keza güzel sanatlar ve spor liselerinde de) çalışan bazı branştaşlarımız, öğrencilerinin “okuma” konusuna uzak ve ilgisiz oldukları ön kabulünden hareketle başlangıçta kendileri, “okuma”yla ilgili önerilerimize mesafeli durabilirler. Fakat temin ediyoruz, bu arkadaşlarımız bir iki adım attıkları, yani birazcık fedakârlık gösterdikleri takdirde durumun hiç de düşündükleri gibi olmadığını büyük bir memnuniyetle görecekler. Biz bugüne kadar hiç meslek lisesinde çalışmadık. Ancak 2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk döneminde görev yaptığımız Ortaklar Lisesi bir “genel” liseydi. Ve bu okulda, yukarıda bahsettiğimiz yöntemle çok güzel sonuçlar aldık. Hele 9. sınıflarda üç saatlik Türk Edebiyatı dersinin bir saatini, iki haftada bir de olsa, “okuma saati” olarak değerlendirmek, öğrencilerdeki okuma eğilim ve isteğini daha da artırdı. Bu bağlamda, genel liselerle meslek liselerinde görev yapan edebiyat öğretmeni arkadaşlarımıza şunu önerebiliriz. Bu işe “gönüllü” olan arkadaşlarımız, öncelikle dokuzuncu sınıflar olmak üzere, dokuz ve onuncu sınıfların Türk Edebiyatı derslerine girerlerse inanıyoruz ki bu okullarda da çocuklarımıza “okuma” bilinci kazandırılması konusunda çok şey yapılabilir. Belki Fen Liseleri için de aynı şey önerilebilir. Sosyal Bilimler Liselerine gelince… Onların bu işi zaten en iyi şekilde yaptıklarını düşünüyoruz.
Biz, eğitim konusunda yapacağımız hiçbir fedakârlığın boşa gitmeyeceğine ve olumlu sonuçlarının er veya geç geri döneceğine inanıyoruz. Belki bu sonuçlar doğrudan doğruya bize değil de, çocuklarımıza, yeğenlerimize, torunlarımıza, uzak torunlarımıza filan yarar. Yani bu topluma yarar, “Bu Ülke”ye yarar. Bu bakımdan, hangi tür okulda okursa okusun bütün öğrencilerin bu konuda kendilerine rehberlik edilmesini hak ettiklerini düşünüyoruz. Okuma alışkanlığı kazandıramadığımız (kendi) çocuğumuza, lisede karşısına çıkan bir edebiyat öğretmeni tarafından bu alışkanlığın kazandırılması bizi ne kadar mutlu eder değil mi?
Bu okullarda ve aslında bütün ortaöğretim kurumlarında “müdür” sıfatıyla görev yapan arkadaşlarımız da, her eğitim öğretim yılının sonunda veya başında ama mutlaka ders programları yapılmadan önce edebiyat zümresiyle, gündemi sadece bu konu olan bir toplantı yaparlar ve “öğrencilere kitap okutma konusunda daha istekli ve gayretli olan arkadaşlarımızın” dokuz ve onuncu sınıfların derslerine girmeleri yönünde telkinde bulunurlarsa umuyoruz istenen sonuç büyük ölçüde hasıl olur. Sonuçta bu çocuklar üniversiteye devam etseler de etmeseler de, önce çeşitli alanlarda iş güç sahibi ve sonrasında da anne baba olarak hayattaki yerlerini alacaklar. Peki bu çocukların; Prof. Dr. Halûk Yavuzer’in “Çocuk Eğitimi El Kitabı”, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın “Annenin Kitabı”, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” ve benzeri eserlerini okuyarak kendi çocuklarını bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde yetiştirmeye;  Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun “Savaşçı” ve benzeri kitaplarını, Prof. Dr. Üstün Dökmen’in eserlerini okuyarak kendi hayatlarını daha anlamlı, olumlu, coşkulu ve verimli bir şekilde yaşamaya hakları yok mu? Eğer “okuma” konusunda belli bir “disiplin”e sahip olmazlarsa bu kitapları okumaları, hatta bu kitapların varlığından haberdar olmaları mümkün mü? Takdir elbette arkadaşlarımızın.
Bir de, gerek ilköğretimde ve gerekse ortaöğretimde çalışan sayın müdürlerimiz, öğretmen odalarına küçük birer kitaplık yaptırır ve buraya bir üst paragrafta sözünü ettiğimiz sayın yazarların, başka yerli ve yabancı yazarların “eğitim” konulu kitaplarından alıp koyar ve böylece her öğretmenler odasında “eğitim” merkezli küçük bir kütüphane oluştururlarsa uzun vadede ülkeye çok büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Zira kesin bir şekilde inanıyoruz ki, “okuma”ya ve “kitap”a en uzak gibi görünen meslektaşlarımız bile bir süre sonra boş derslerinde o mini kütüphaneden istifade etmeye ve bunun sonucunda “çocuklarımız” her anlamda çok daha kaliteli bir şekilde yetişmeye başlayacaklar. Bu hususu, hem sayın okul ve Millî Eğitim Müdürlerimizin, hem de sayın İlköğretim ve Bakanlık müfettişlerimizin ilgi, bilgi ve dikkatlerine arz ediyoruz.
Öte yandan sayın müdürlerimizin, okumakta oldukları ya da yakın zamanda okudukları (yani birkaç cümleyle de olsa üzerinde konuşabilecekleri) bir kitabı makam odalarında masalarının üzerinde bulundurmalarının da küçümsenmeyecek bir öneme sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta iki üç kitap bulundurulması (biri okunmuş, biri okunmakta, biri de okunacak) daha da iyi olur. Yine makam masasının hemen önündeki sehpada da bir iki dergi bulunması odaya girip çıkan herkeste olumlu izlenim bırakır. Artık bu dergiler ilgi durumuna göre; Bilim Teknik olur, sanat edebiyat dergisi olur, kişisel gelişim dergisi olur, okulların çıkardığı dergiler olur, hepsi birden olur ama elbette magazin dergisi ol(a)maz. Tabiî aynı durum sayın Millî Eğitim Müdürlerimiz için de geçerli. Sonuçta, sınıfın lideri öğretmen ise, okulun lideri okul müdürü, ilin ilçenin lideri de elbette Millî Eğitim Müdürleri.
Son söz: İlk üç yıl haftada beş saati, dört ve beşte de üç saati düzenli olarak “OKUMA”ya ayıran ve bu işi candan yürekten yapan sınıf öğretmeni arkadaşlarımıza; ikinci kademede haftada bir saati, sınıfça kitap okumaya ayıran Türkçe öğretmeni meslektaşlarımıza; liselerde de hiç değilse 9 ve 10. sınıflarda her ay bir kitap okutan edebiyat öğretmenlerimize; öğretmen odalarına biraz önce sözünü ettiğimiz türden bir mini kütüphaneyi kuran okul müdürlerimize ve bütün bu işlerin –takipçisi değil- teşvikçisi olan İl, İlçe Millî Eğitim Müdürlerimize, müfettişlerimize ve daha yukarılardaki büyüklerimize buradan bütün kalbimizle teşekkür ediyoruz.
İnanıyoruz ki, okuma zevk ve alışkanlığı kazanmasına yardımcı veya vesile olduğunuz (olacağınız) her öğrenci sizi, ömrünün sonuna kadar hayırla yâd edecek, size minnet ve şükran duyacaktır. “Bana okuma alışkanlığını filan öğretmenim kazandırdı.” diyecektir. Doğrusu bu son cümlenin “ÖZNESİ” olabilmeyi çok isterdik.
Dünyaya tekrar gelsek ve meslek olarak yine öğretmenliği seçecek olsak, ki herhâlde seçerdik, sanıyoruz bu defa sınıf öğretmenliğini tercih ederdik. Bir çocuğa daha en başta “okulu”, “okumayı” sevdirmek az şey mi?
NOT 1: Bu uzun yazıyı okuma sabrını gösterdiğiniz için içtenlikle teşekkür ediyor ve sizi kutluyoruz. Siz de kendinizi kutlayabilirsiniz.
NOT 2: Bu yazı esasen bir proje yazısı değil. Zaten üst başlığı da yazıya sonradan ilâve ettik. Fakat biz, idealist Sınıf, Türkçe ve Edebiyat Öğretmeni meslektaşlarımızın, çocuklarımızda okuma bilinci oluşturma konusunda, bildik yöntemlerle veya kendi tecrübeleriyle geliştirecekleri özgün yöntemlerle harikalar yaratacaklarına inanıyoruz.
NOT 3: İhtimal vermek istemiyoruz ama bu uzun yazıyı buraya kadar okuma zahmetine katlandıktan sonra; “Bu maaşa bu işler olmaz kardeşim, kusura bakma.” diyen meslektaşlarımız varsa onlara, “Zaten bu yazının muhatabı sizler değilsiniz, galiba başlığı da dikkatli okumamışsınız.” demiyoruz. Bu arkadaşlarımıza sadece, “Belki de ihtiyacınız olan tek şey, bastırmaya çalıştığınız cevherin açığa çıkmasına izin vermek ve sonra da adım atmaktır.” diyoruz. Yine de, “Bana uymaz kardeşim.” diyen arkadaşlarımız varsa onlardan da, vakitlerini (ç)aldığımız için içtenlikle özür diliyoruz.
NOT 4: Bu yazı ilk kaleme alındığı günden bu yana hem pek çok değişikliğe uğradı hem de hacim olarak çok genişledi. İçeriği de; Sınıf öğretmenlerinden Türkçe ve Edebiyat Öğretmenlerine, Okul ve Millî Eğitim Müdürlerine, müfettişlere doğru yayıldı. Birçok kere, artık son şeklini aldı diye düşündük, peşinden aklımıza başka hususlar geldikçe ara ara ilâveler yaptık. Hatta bu yüzden yazının insicamı (tabiî akışı) bir miktar bozuldu. Fakat sanıyoruz artık bu konuyla ilgili olarak söyleyebileceğimiz her şeyi de söylemiş olduk. Dileğimiz, yazımızın başta Türkiye’deki bütün Sınıf, Türkçe ve Edebiyat Öğretmenleri olmak üzere bütün eğitimcilere, bütün Okul ve Millî Eğitim Müdürlerine ve “bu konuyu kendine dert edinen herkese” ulaşması. Bu hedefe katkıda bulunacak “gönüllülere” şimdiden “gönül dolusu” teşekkürler.
NOT 5: Biz bu yazının bu hacme ulaşmamış daha kısa hâlini ve “Okumayı Sevdirme Yolları” adlı çok yararlı olduğuna inandığımız bir kitabı tanıttığımız, (kitabın yazarıyla hiçbir tanışıklığımız yok) kitapla aynı başlığı taşıyan iki sayfalık bir başka yazıyı, 2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk döneminde PTT Kargo ile (çünkü en ucuz o götürüyor) seksen İl Millî Eğitim Müdürümüze peyderpey göndermiştik. Aynı yazıları Aydın İl Millî Eğitim Müdürlüğüne ise elden ulaştırmıştık.
Şimdi yazımızı “son hâliyle” ikinci defa bütün İl Millî Eğitim Müdürlerimizle ve yine hiç değilse her ilden bir İlçe Millî Eğitim Müdürümüzle paylaşmak niyetindeyiz ki, şu âna kadar on beşi büyük şehir olmak üzere kırk bir ilimize ve yine farklı illerden on beş ilçemize PTT Kargo ile gönderdik, beş, altı ilçeye ise elden ulaştırdık. Ayrıca kendi Genel Müdürümüz (Öğretmen Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürü) Sayın Ömer BALIBEY ile eski İlköğretim Genel Müdürü Sayın İbrahim ER’e de gönderdik. (Elbette bütün İl, İlçe Millî Eğitim Müdürlerimize, hatta vaktimiz olsa Türkiye’deki bütün okullara elektronik posta ile göndermek mümkün. Fakat o takdirde yazımızın “okunmadan silinme” riski bulunduğu için biz her iki yazının fotokopisiyle, sayın müdürlerimize hitaben yazdığımız bir sayfalık standart bir mektubun fotokopisini ürün dosyası şeklinde hazırlıyoruz, dosyanın içine bir de yazıları kopyaladığımız CD’yi koyuyoruz ve o şekilde PTT Kargo ile gönderiyoruz. Böylece yazılarımızın, Sayın Millî Eğitim Müdürlerimizin masalarında, iş yoğunluğu sebebiyle, belki birkaç gün bekledikten sonra okunacaklarını ümit ediyoruz.)
Yine geçen yıldan beri neredeyse karşılaştığımız, tanıdığımız, tanıştığımız bütün Sınıf, Türkçe ve Edebiyat Öğretmenleriyle, ziyaret ettiğimiz Okul Müdürlerine yazımızın bir nüshasıyla, CD’ye kopyalanmış hâlini takdim etmeye çalışıyoruz. Ki 2009-2010 eğitim öğretim yılının başlarından beri; Ortaklar’daki ilköğretim okullarının tamamını, Aydın merkezdeki ilköğretim okullarının büyük bölümüyle liselerin tamamını, Germencik ve İncirliova ilçe merkezlerindeki liselerin tamamıyla ilköğretim okullarının bir kısmını, Kiraz ilçe merkezindeki okulların tamamını, Ödemiş ilçe merkezindeki ilköğretim okullarıyla liselerin bir bölümünü ve Tire ilçe merkezindeki ilköğretim okullarının birkaçını bu amaçla ziyaret ettik. Ayrıca çevre ilçelerden, öğrencilerine tanıtmak amacıyla, okulumuzu ziyarete gelen ilköğretim okullarının yönetici veya öğretmenlerine de, hazır gelmişlerken bir “dosya” takdim ediyoruz. Keza birkaç yıl önce de, Lüleburgaz ilçe merkezindeki ilköğretim okullarının çoğunu yine bu amaçla ziyaret etmiştik. Tabiî ki bu ziyaretleri dersimizin olmadığı zaman dilimlerinde gerçekleştiriyoruz. Bu okul ziyaretlerinin bize apayrı bir haz yaşattığını, gittiğimiz okullardaki duyarlı meslektaşlarımızla tanışmaktan büyük mutluluk duyduğumuzu da belirtelim.
Biz bu yazıyı, Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi Yayın ve İletişim Kulübü olarak 2010-2011 eğitim öğretim yılının sonunda çıkardığımız okul dergimiz “Dördüncü CEMRE”nin son tarafına da koyduk. Ve bu dergiden, 2011 Ekim’inde, okulumuz dışındaki iki yüz doksan altı Anadolu Öğretmen Lisesinin tamamına gönderdik. Dergimizi ayrıca Aydın merkezdeki, merkeze bağlı belde ve köylerdeki okulların tamamına; Germencik ilçe merkezindeki, bu ilçeye bağlı belde ve köylerdeki okulların tamamına ulaştırdık. Ayrıca Eğitim Fakültelerinin Dekanlarına; bu fakültelerin Sınıf Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölüm Başkanlarına; Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesiyle, Edebiyat ve Fen-Edebiyat Fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlarına gönderdik. Son olarak da yine Aydın dışındaki seksen İl Millî Eğitim Müdürümüze ve Sosyal Bilimler Liselerine gönderiyoruz.
Aslında Millî Eğitim Müdürlerimiz tarafından yanlış anlaşılmayacağımızdan emin olsak, daha önce Siirt, Adapazarı ve Trabzon’da görev yapan şu anki Şanlıurfa Valisi, soyadıyla müsemma Sayın Nuri OKUTAN’ın, çalıştığı illerde okuma alışkanlığının yaygınlaştırılması için çok güzel uygulamaların altına imza attığını basın yoluyla bildiğimiz için öncelikle valilerimiz, sonra kaymakamlarımızla da yazımızı, dolayısıyla düşüncelerimizi paylaşmayı isterdik.
Halisane arzumuz, İl Millî Eğitim Müdürlerimizin de, kendi illerindeki bütün İlçe Millî Eğitim Müdürleriyle; İlçe Millî Eğitim Müdürlerimizin, ilçelerindeki bütün Okul Müdürleriyle; Okul Müdürlerimizin, okullarındaki öğretmenlerle yazımızı paylaşmaları. Okul Müdürlerimizin, ayrıca yazıcıdan çıkaracakları bir nüshayı dosyalayıp öğretmenler odasına koymaları.
İşte o zaman biz de kendimizi, “Bu Ülke”ye ve “Bu Ülke”nin çocuklarına karşı borcunu bir nebze olsun ödemiş olanlardan sayacağız. Tabiî bütün bunlar, az önce de belirttiğimiz gibi bizim halisane arzumuz. Takdir elbette sayın müdürlerimizin. Yoksa, meslek hayatında “bir gün” bile yöneticilik yapmamış biri olarak müdürlerimize ne yapacaklarını söylemek gibi bir hadsizliğe düşmeyi asla aklımızdan geçirmedik. Sadece sesli düşündük, o kadar.
(Bu arada, isteyen sayın müdürlerimiz yazımızın sonundan “NOT 7”yi ve kimlik bilgilerimizi ve elbette parantez içindeki bu notu silebilirler. İnanın alınganlık göstermeyiz. Zaten haberimiz de olmaz. Zira bizim amacımız üzüm yemek.)
NOT 6: Son olarak, çok yaygın şekilde ve biraz da yararı zararı hesaplanmadan düşüncesizce ifade edilen bir “ezber”le ilgili itirazımızı da paylaşmak istiyoruz. Ne zaman “kitap” ve “okuma” üzerine bir sohbet, bir konuşma olsa, o anda “mikrofon” kimdeyse o kişi; bilerek bilmeyerek, bilinçli bilinçsiz, gerekli gereksiz “malûm araştırma”nın sonuçlarına bir gönderme yapıyor. Hani şu, çeşitli ülkelerle ilgili olarak, yılda kişi başına düşen okunan kitap sayısıyla ilgili veriler ihtiva eden; Almanya, Fransa, Finlandiya, Japonya vb. ülkelerle Türkiye’deki durum hakkında bilgi veren araştırma. Hani şu, söz konusu ülkelerden en az okunanında, bir kişinin bir yılda 15-20 civarında kitap okuduğu, bizim ülkemizde ise bir yılda altı kişinin “bir” kitap okuduğu bilgisini veren araştırma. O araştırmayı kim ya da hangi kurum hangi tarihte yaptı bilmiyoruz. Fakat çok iyi bildiğimiz bir şey var. Bu ülkede bugün pek çok edebiyat öğretmeni, dersine girdiği sınıflarda öğrencilerine ayda bir kitaptan yılda sekiz dokuz kitap okutuyor. Aynı şeyi pek çok sınıf ve Türkçe öğretmeni arkadaşımız da yapıyor -bunlar sadece örgün eğitim kurumlarında yapılanlar-  ve asıl sevindirici olan taraf da şu ki, bu iş yuvarlandıkça büyüyen kartopu misali her geçen gün büyüyor, yaygınlaşıyor ve yoğunlaşıyor. Son günlerde okuduğumuz bir kitapta, sanal ağ (internet) üzerinden satış yapan bir kitap sitesinin, “bir milyonuncu kitabı” Mayıs 2005’te sattığı bilgisini edindik. Herhâlde Türkiye’de bir tek o site kitap satışı yapmıyor. Bugün pek çok okuldaki pek çok öğretmene, her ay, iki ayda bir, bu sitelerden paketlerle kolilerle kitap geliyor. Bir kitap, –bilhassa okullarda- onlarca kişi tarafından okunuyor. Yüz binlerce basan kitaplar var son yıllarda. Ve bugün yıl 2011. Zaten bizim gözlemimize göre “okuma” işi ülkemizde sekiz on yıldır hızlandı ya da biz sekiz on yıldır bu işle hemhâl olmaya başladığımız için yapılmakta olan işleri görmeye başladık. Yani, lütfen artık hiç kimse “altı kişiye bir kitap” muhabbeti yapmasın. Çünkü o muhabbet çok bayatladı ve son kullanım tarihini çoktan geride bıraktı.
Umarız üniversitelerimizin Sosyoloji bölümleri; Eğitim Fakültelerimizin Sınıf, Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümleri; Edebiyat Fakültelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri 7-14, 14-18, 18-22, 22-30, 30-40 ve 40-50 yaş aralıkları için, yılda okunan kitap sayısıyla ilgili olarak ayrı ayrı araştırmalar yaparlar da son durumu ortaya çıkarırlar. Biz iddia ediyoruz ki, bugün itibariyle ülkemizdeki kitap okuma durumu, yaş ortalaması yükseldikçe azalma söz konusu olsa bile, “malûm araştırma”nın verileriyle kıyas kabul etmeyecek bir noktada.
NOT 7: Yazıya ulaşılabilecek internet adresi:               Nevzat YÜKSEL
nevzatyuksel.blogspot.com                           Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi
İletişim adresi: nevzatyuksel63@gmail.com         Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Tel: 0546 4912288 0505 3776058                               Germencik / AYDIN                        

                                                                                                           
                                        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder