19 Kasım 2010 Cuma

İDEALİST LİSE ÖĞRETMENİ MESLEKTAŞLARIMIZA VEYA ANADOLU ÖĞRETMEN LİSELERİNDE ÖĞRETMEN OLMAK


Elbette öğretmenlik zaten özünde idealist olmayı gerektiren bir meslek. Bunda şüphe yok. Her ne kadar “idealizm”, bu mesleği seçen insanların tek hareket noktası değilse de sonuçta meselâ, hayatta en önemli gayesi çok para kazanmak olan insan tiplerinin hemen hiç tercih etmeyeceği, hatta belki de küçümseyeceği mesleklerden biridir öğretmenlik. Yani büyük ölçüde, manevî hazlara daha çok değer veren insanlar yöneliyor bu mesleğe. Veya biz öyle olduğunu düşünmek istiyoruz.

Gerçi Cenap Şahabettin, “Daima sanırız ki, mesleğimizi biz seçtik. Halbuki çok kere meslek bizi seçmiştir.” diyor. Ki biz de dokuzuncu tercihine girip öğretmen olan biri olarak şairin düşüncesine katılıyoruz.

Sonuçta öğretmenlik, “dünyaya ve hayata bakışı biraz daha idealistçe olan kişilerin yöneldiği” mesleklerden biri olma özelliğini koruyor. Elbette insanlar aynı idealist duygularla pekâlâ hâkimlik, savcılık, mühendislik, gazetecilik, hekimlik, hemşirelik, askerlik, polislik (Yıllar önce televizyonda seyrettiğimiz ve bugün adı da dahil o karesinden başka hiçbir şeyini hatırlamadığımız bir yabancı filmin, hafızamıza kazınan o sahnesinde, başroldeki kadın oyuncu başroldeki erkek oyuncuya: “Ailenin ekonomik durumu son derece iyi. İstesen başka işler yapıp çok para kazanıp çok da rahat bir hayat yaşayabilirdin. Fakat sen insanların huzuru için çalışmak, kötülüklerle mücadele etmek için polis olmayı seçtin.” demişti.), itfaiyecilik (Hukuk Fakültesini bitiren delikanlı diplomasını getirip anne-babasına vermiş ve demiş ki: Size istediğiniz şeyi getirdim. Şimdi, altı yaşımdan beri olmak istediğim mesleği yapmaya, itfaiyeci olmaya gidiyorum.) gibi mesleklere de yönelebilirler. Yani öğretmenlik elbette, idealistlik yönü ağır basan insanların yöneldiği tek meslek değil. Aslında düşündüğümüz zaman, memleketimizin idealist hâkimlere, idealist savcılara, idealist hekimlere, idealist hemşirelere, idealist hasta bakıcılara, idealist mühendislere, idealist bilim adamlarına, idealist akademisyenlere, her alanda ve her kademede idealist yöneticilere, idealist polislere, idealist askerlere ne kadar ihtiyacı var değil mi? Ama bizim bu yazıdaki muhataplarımız öğretmenler. Sonuçta öğretmenlik mesleğinde idealistlerin sayısı arttıkça bu, tabiî olarak diğer mesleklere de yansıyacaktır diye düşünüyoruz.

Son yıllarda sayıları hızla artan Anadolu Öğretmen Liseleri, bilindiği gibi büyük ölçüde eğitim fakültelerine öğrenci yetiştiren okullar. Bu okullardan elbette hukuk, mühendislik, hekimlik (her tür), işletme, iktisat, iletişim gibi pek çok alana da öğrenci gidiyor; ama Anadolu Öğretmen Lisesi mezunları ağırlıklı olarak eğitim fakültelerine yöneliyor. Dolayısıyla geleceğin öğretmen adayları büyük ölçüde bu okullardan çıkıyor.

Fakat geçmişte (üst kademelerde) yapılan birtakım yönetim hataları; gayet seçkin bir öğrenci profiline sahip bu okullarda, son yıllarda “norm kadro” (öğretmen) açığı oluşması gibi kabul edilemez bir garabeti ortaya çıkardı. Neyse ki, bu okullara öğretmen atanmasında aranan “mülâkat” şartının son dönemde kaldırılmasıyla çarpıklık bir ölçüde düzeltildi. İlgilenen meslektaşlarımızın bildiği üzere Fen, Sosyal Bilimler, Anadolu Öğretmen ve Anadolu İmam Hatip Liselerine atanabilmek için önce yazılı sınavda, önceden belirlenen barajı aşmak ve elbette mülâkata çağrılmaya yetecek kadar puan almak, sonra da mülâkatı geçmek gerekiyordu. Son düzenlemeyle işte bu mülâkat şartı kaldırıldı. Artık yazılı sınavda, önceden belirlenen barajı geçen meslektaşlarımız bu okullara doğrudan atanabildiği gibi, düz! Anadolu Liselerinde görev yapmakta olan meslektaşlarımız da bu okullara tayin isteyebiliyorlar. Yani Anadolu Öğretmen Liselerinde çalışmak isteyip de mülâkat engeline takılan veya diğer Anadolu Liselerinde çalışırken Anadolu Öğretmen Liselerine geçmek isteyip de yönetmelik engeline takılıp geçemeyen arkadaşlarımız artık bu okulları tercih edebiliyorlar.

Nitekim biz de 2005/73 sayılı genelgeye göre atandığımız Lüleburgaz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesinde üç yıl çalıştıktan sonra, atamamızın iptali sonucunda 2008’de girdiğimiz yazılı sınavda, Türk Dili ve Edebiyatı branşı için mülâkata çağrılma alt puanı olan “83”ün altında bir puan aldığımızdan –o sınavda eşim 82 puan almıştı, bizim puan da fena değildi- mülâkat engelini aşamamış ve düz! Anadolu Lisesine atanmıştık. Ve eğer mülâkat şartı kalkmasaydı, Anadolu Öğretmen Liselerinde çalışma hakkı kazanabilmek için, 2009 sonlarında yapılan sınava girmeyi de ciddî ciddî düşünüyorduk. Ancak buna gerek kalmadı ve 2009-2010 eğitim öğretim yılının birinci döneminin sonlarında “yeniden” atama kapsamında başvuruda bulunarak ilk tercih olarak yazdığımız Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesine geçtik.

İdealist lise öğretmeni meslektaşlarımız, Anadolu Öğretmen Liseleri sizleri bekliyor. Bu okullar gerçekten çalışılmaya değer okullar. Bir öğretmenin çalışmaktan haz duyacağı okullar. Abarttığımızı düşünenler, bu okullarda çalışan arkadaşlarıyla konuşabilirler. Biz eşimle birlikte 2005-2006 eğitim öğretim yılı başında geçtiğimiz Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesinde çalışmaya başladıktan sonra doğrusu geçmişe dönük olarak biraz hayıflandık, neden daha önce bu okula gelmedik diye. Ve meslek hayatımıza, bu okullarda son noktayı koymaya karar verdik. Sonrasında bizim inisiyatifimiz dışında bir kesinti oluştu. Ancak biz şimdi yine bir Anadolu Öğretmen Lisesindeyiz. Aydın merkezde ikâmet etmemize ve kendisi merkezde bir Anadolu Lisesinde çalışmasına rağmen eşim de 2010-2011 eğitim öğretim yılı başında eş durumundan Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesine geçti.

(Bu arada bu satırların yazarının, yakınlarına vasiyetidir: Çalışırken veya emekli olduktan sonra “Beyaz Melek” ile buluşmamız; okulların açık olduğu, daha doğrusu eğitim öğretimin fiilen devam ettiği zaman dilimi içinde ve elbette cesedimizin bulunamayabileceği bir deniz ya da uçak kazasında değil de daha alışılmış bir şekilde gerçekleşirse, mezarlığa gitmeden önce cenazemizin duruma göre ve elbette sıkıntı vermeyecekse Ortaklar veya Ödemiş –Kirazlıyız ve tabiî olarak oraya gömülmeyi isteriz- Anadolu Öğretmen Liselerinden birine götürülüp orada da küçük bir tören yapılmasını arzu ediyoruz. Böylece “son dersimizi” de sessizce işlemiş oluruz. Belki ileride, o gün okunmak üzere bir şeyler de karalarız. Yalnız lütfen; Şırnak, Sincan, Ahmetbey, Lüleburgaz ve Ortaklar Liselerinde öğrencimiz olmuş “çocuklarımız” gücenmesinler. Biz onların hepsini “öz çocuklarımız gibi” sevdik.)

Tabiî bütün bunları söylerken başka okulları küçümsediğimiz filan düşünülmesin. Asla öyle bir düşünce içinde değiliz. Meslek liselerinde çalışmadık ama bizim de meslek hayatımızın büyük bölümü genel liselerde geçti. Nitekim 2008-2009 eğitim öğretim yılı sonunda isteğe bağlı il dışı yer değiştirme kapsamında atandığımız Aydın-Germencik/Ortaklar Lisesi de küçük bir genel liseydi ve biz bu okulun öğrencilerini de çok sevdik. Kaldı ki 1987-1990 arasında üç yıl çalıştığımız ve ilk görev yerimiz olan Şırnak Lisesi, dört yıl çalıştığımız Ankara-Sincan Lisesi, iki yıl çalıştığımız Kırklareli-Lüleburgaz/Ahmetbey Lisesi ve dokuz yıl çalıştığımız Lüleburgaz Lisesi (2005’te Anadolu Lisesi oldu ve biz o yıl Kepirtepe’ye geçtik. 2008’de de sınav engelini aşıp eski okulumuza döndük.) de genel liseydi. Yani hepsi bizim öğrencilerimiz, hepsi bizim çocuklarımız. Fakat bu bir tercih meselesi. “Ben geleceğin bilim adamı adaylarının dersine girmek istiyorum.” diyen meslektaşlarımız elbette Fen Liselerini tercih edecek. “Ben geleceğin teknik elemanlarının yoğrulmasında su taşımak istiyorum.” diyen arkadaşlarımız elbette Teknik Liseleri, Meslek Liselerini tercih edecek. Biz de, Türkiye’nin yarınlarının, öbür günlerinin ve gelecek bütün günlerinin mimarları olacak öğrencilerle bir arada olmayı seçtik ve dolayısıyla bugün burada, Türkiye’nin bu en köklü eğitim kurumlarından birinde, Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesindeyiz. Yani bize bugün de, “Aydın Fen Lisesini mi, Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesini mi tercih edersin” dense cevabımız tereddütsüz bir şekilde ikincisi olurdu. Ama elbette bu durum Aydın Fen Lisesinin saygınlığından hiçbir şey eksiltmez. Dedik ya bu bir tercih meselesi.

Değerli meslektaşlarımız, bugün Türkiye genelinde Anadolu Öğretmen Liselerinin sayısı sanıyoruz iki yüz elliyi aştı. Fakat bunlar içinde Kepirtepe, Ortaklar, Hasanoğlan, Savaştepe gibi yirmi kadarı oldukça köklü eğitim kurumları. Ve bu okulların bir kısmı yerleşim birimlerinin kısmen dışında olduğu için (Aslında düşünüldüğünde bu durum eğitim öğretim açısından büyük bir nimet.) buralara gelen arkadaşlarımızın önemli bir kısmı, kendilerince haklı sayılabilecek sebep ve gerekçelerle, buralarda kısa bir süre kaldıktan sonra daha merkezî yerlerdeki okullara gitmeye çalışıyorlar. Yani bu okullardaki öğretmen akışı biraz hızlı gerçekleşiyor. İşte biraz da bunun için, idealist lise öğretmeni meslektaşlarımızın öncelikle bu okullara gelmelerini (veya gitmelerini) öneriyoruz. Meselenin ekonomik boyutuyla da ilgilenen meslektaşlarımız için bilgi notu olarak söyleyelim. Her ne kadar biz Aydın merkezde oturuyor ve oradan gelip gidiyorsak da okulumuzun ve genel olarak bu okulların lojmanları da var. Hatta bizim okulun hemen yanında bir ilköğretim okulu da var. Yani ilköğretim çağında çocukları olan meslektaşlarımız bu tür okulları tercih ederken okulların bu tür özelliklerini de araştırabilirler. Ayrıca bu okullar “tabiat ana” ile iç içe. Çoğunluğu çam ağacı olmak üzere, ağaçlar arasında bir “kampus” havası içindeki okulumuzda kuş cıvıltıları ve bülbül şakımaları (elbette bülbül de bir kuş ama malûm, kuşlar arasında onun yeri bir başka) arasında ders işliyoruz. Hatta sincaplarımız bile var. Şimdi size, hatta hatta develerimiz bile var desem inanmazsınız ki. Ama var. Açın internet sitemizi, görün.

Bu arada, övünmek gibi olmasın ama (her ne kadar bizim bu sonuçta hiçbir katkımız yoksa da) okulumuzun 2009 ÖSS yerleştirme başarısı yüzde doksan dört (rakamla 0/0 94) küsur. Merak eden meslektaşlarımız, okulumuzun internet sitesine girip çocuklarımızın hangi üniversitelerin hangi bölümlerine gittiklerine de bakabilirler. Bu arada açık yüreklilikle belirtelim ki, 2010 yılı LYS yerleştirme başarımız göreceli olarak düşük çıktı ve yüzde yetmiş dört olarak gerçekleşti. Fakat bu düşüşün göreceli olduğunu bilhassa belirttik. Zira yerleşemeyen öğrencilerimizin hemen tamamı, sadece bazı üniversitelerin bazı bölümleriyle ilgili olarak sınırlı sayıda tercihte bulundukları için yerleşemediler. Yani onların da tamamına yakını inşallah bir sonraki yıl istedikleri üniversitelerin istedikleri bölümlerine veya ona yakın yerlere yerleşeceklerdir.

Evet, meslekte şöyle dört beş yılı geride bırakmış, “güven” sorununu büyük ölçüde aşmış ve meslekî idealizme sahip olduğunu düşünen meslektaşlarımızı Anadolu Öğretmen Liselerine bekliyoruz. Fedakârlık her meslekte güzeldir; fakat öğretmenlik mesleğinde yapılan fedakârlıklar herhâlde daha güzeldir. Zira o meslekte yapılacak fedakârlıklar; hem diğer mesleklerde, hem de yine öğretmenlik mesleğinde yapılacak başka fedakârlıklar olarak geri dönecektir; “Bu Ülke” için, milletimiz için, insanlık için yapılacak fedakârlıklar olarak geri dönecektir. Bu da sanıyoruz, bu yolda katlanılacak sıkıntılara (eğer buna sıkıntı denirse) fazlasıyla değer.

Değerli meslektaşlarımız! Söylesek mi söylemesek mi diye epeyce düşündük ve son olarak şunu da söylemeye karar verdik. “Bu okullara geleyim (veya gideyim), orada kendimi biraz daha geliştireyim, sonra bir büyük ilçedeki veya il merkezindeki bir Anadolu Lisesine veya Fen Lisesine geçeyim. Orada adımı duyurayım, biraz da özel ders filan verip dünyalığımı temin edeyim.” gibi düşüncelerle hareket eden meslektaşlarımıza biz haddimiz ve yetkimiz olmayarak bu okulları önermiyoruz. Sonuçta, gelmek isterlerse bizim bunu engellemek gibi bir niyetimiz de yetkimiz de yok elbette. Ama gönlümüz, bakış açısı “bu” olan arkadaşlarımızın bu okullarda çalışmalarını arzu etmiyor nedense. Selâm, bütün mesleklerin idealistlerine olsun.

Nevzat YÜKSEL

Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Germencik / AYDIN

BİR ÇALIŞTAYIN ARDINDAN

Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının, “Okuma Kültürü ve Etkili Dil Kullanımı” (Şimdi Okuma Zamanı) başlıklı projesi kapsamındaki “Çalıştay” duyurusunu, il millî eğitim müdürlüklerinin internet sitelerine göz gezdirirken görmüş ve okumuştuk.

Duyuruda, bu projenin iki yıllık bir çalışmayı kapsayacak uzun bir süreç olduğu, bu sürecin ilk adımının da bu “Çalıştay” olacağı belirtiliyor ve bir de başvuru formu yer alıyordu.

Tabiî ilk değerlendirmemiz, bu projenin son derece “önemli, yerinde ve ülkemiz için çok gerekli olduğu” yönündeydi. Çalıştay beş günlük bir programı kapsıyordu. Bu konuda çalışması olan; makalesi, kitabı, projesi olan, konuya duyarlı herkes (öğretmen, akademisyen, yazar-çizer, sivil toplum kuruluşu temsilcisi vb.) başvuruda bulunmaya davet ediliyordu.

Biz de, bilhassa son yedi sekiz yıldır bu konuda kafa yoran ve bir şeyler yapmaya çalışan biri olarak elektronik ortamda başvuru formunu doldurduk ve gönderdik. Başvurumuz uygun görülmüş olacak ki, “Çalıştay”a davet edildik.

Çalıştay, Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinde bir “termal” tesiste gerçekleştirildi. Biz, “Çalıştay”ın son günü yapılan, “sonuç bildirisi üzerinde değerlendirme toplantısı”nda da belirttiğimiz gibi, bir kere de buradan; öncelikle böyle bir projenin hayata geçirilmesi ilk olarak kimin ya da kimlerin aklına, zihnine düşmüşse ondan ya da onlardan başlayarak TTK Başkanı Sayın Merdan TUFAN’a, TTK üyesi ve proje yöneticisi Sayın Zübeyir YILMAZ’a, Sayın Zeliha ELVAN’a, Sayın Osman UZUN’a, Sayın Seçil COŞKUN’a, Sayın İsmail ŞAKALAK’a ve adlarını bilmediğimiz; fakat beş günlük program süresince gayretlerine yakından şahit olduğumuz diğer proje çalışanlarına; Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden gelerek “Çalıştay”a katkıda bulunan akademisyenlerimize, yazar-çizerlere, sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine, basın-yayın dünyamızın mensuplarına ve yine Türkiye’nin çeşitli illerinden kopup gelen gerek ilköğretimde ve gerekse ortaöğretimde çalışan meslektaşlarımıza ve elbette bizleri çok büyük bir nezaketle ağırlayan A’dan Z’ye tesis personeline teşekkür ediyoruz.

Şunu büyük bir memnuniyetle belirtelim ki, bu “Çalıştay”ın sonunda; “iyi ki böyle bir Çalıştay tertip edilmiş, iyi ki başvurmuşuz, iyi ki çağrılmışız, iyi ki katılmışız” dedik.

Bir kere oraya gelen hemen herkes bu konuya ilgili, duyarlı kişilerdi. Bu konuda “bir şeyler” –hatta çok şeyler- yapılması gerektiğini düşünen ve “bir şeyler yapmaya çalışan” kişilerdi. İnanıyoruz ki bu da, bu Çalıştay’ın verimliliğini artıran en önemli unsurlardan biriydi.

Çalıştay, Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinde bir “termal” tesiste gerçekleştirildi. Biz, “Çalıştay”ın son günü yapılan, “sonuç bildirisi üzerinde değerlendirme toplantısı”nda da belirttiğimiz gibi, bir kere de buradan; öncelikle böyle bir projenin hayata geçirilmesi ilk olarak kimin ya da kimlerin aklına, zihnine düşmüşse ondan ya da onlardan başlayarak TTK Başkanı Sayın Merdan TUFAN’a, TTK üyesi ve proje yöneticisi Sayın Zübeyir YILMAZ’a, Sayın Zeliha ELVAN’a, Sayın Osman UZUN’a, Sayın Seçil COŞKUN’a, Sayın İsmail ŞAKALAK’a ve adlarını bilmediğimiz; fakat beş günlük program süresince gayretlerine yakından şahit olduğumuz diğer proje çalışanlarına; Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden gelerek “Çalıştay”a katkıda bulunan akademisyenlerimize, yazar-çizerlere, sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine, basın-yayın dünyamızın mensuplarına ve yine Türkiye’nin çeşitli illerinden kopup gelen gerek ilköğretimde ve gerekse ortaöğretimde çalışan meslektaşlarımıza ve elbette bizleri çok büyük bir nezaketle ağırlayan A’dan Z’ye tesis personeline teşekkür ediyoruz.

Şunu büyük bir memnuniyetle belirtelim ki, bu “Çalıştay”ın sonunda; “iyi ki böyle bir Çalıştay tertip edilmiş, iyi ki başvurmuşuz, iyi ki çağrılmışız, iyi ki katılmışız” dedik.

Bir kere oraya gelen hemen herkes bu konuya ilgili, duyarlı kişilerdi. Bu konuda “bir şeyler” –hatta çok şeyler- yapılması gerektiğini düşünen ve “bir şeyler yapmaya çalışan” kişilerdi. İnanıyoruz ki bu da, bu Çalıştay’ın verimliliğini artıran en önemli unsurlardan biriydi.

Evet, biz de Salı günkü birinci panelin birinci oturumunun başkanı olan çocuk edebiyatı uzmanı Prof. Dr. Sayın Sedat SEVER’in dediği gibi bu “Çalıştay”ı çok önemsiyoruz. Ki, daha Ankara’ya gitmeden epeyce önce, “Çalıştay”da, bu işin mutfağında olmamız hasebiyle bizlerden de öneriler istenebileceğini düşünmüş, önerilerimizi ve bazı uygulamalarımızı not etmiştik.

Oraya gittikten sonra daha “Çalıştay”ın ilk günü, Sayın Zübeyir YILMAZ’ın konuşmasından öğrendik ki, bizim önermeyi düşündüğümüz önemli bir husus, bu projenin içindeki ve başındaki insanlar tarafından da düşünülmüş. Yani Kıcılcahamam’da gerçekleştirilen bu “Çalıştay” projenin ilk adımıydı (Elbette çok önemli bir adımdı. Zira ülkede bu konuda var olan birikim büyük ölçüde bir havuzda toplanmış oldu.) ve bundan sonraki süreçte benzer çalışmalar, ilk etapta belirlenen, her bölgeden bir il olmak üzere yedi pilot ilde (Adana, Afyonkarahisar, Ankara, Bursa, Erzurum, Samsun ve Şanlıurfa) devam edecekti. Sonrasında da çalışmalar ülke geneline yaygınlaştırılacaktı.

Bu arada, daha önce görev yaptığı Siirt, Sakarya ve Trabzon illerinde, okuma alışkanlığının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda çok yararlı çalışmalar yaptığını basın-yayın yoluyla bildiğimiz şu anki Şanlıurfa Valisi Sayın Nuri OKUTAN da ilk gün “Çalıştay”daydı ve öğleden önceki konuşmacılardandı. Sayın OKUTAN’ın bu “Çalıştay”a davet edilmesi çok isabetli olmuş. Böylesi valilerimizin ve elbette bu paralelde davranan kaymakamlarımızın sayılarının artmasını içtenlikle diliyoruz.

Bu “Çalıştay”da bizi çok mutlu eden güzel bir sürprizle de karşılaştık. 1990-1994 yılları arasında çalıştığımız Ankara Sincan Lisesindeki öğrencilerimizden biri –Erol DURAN- çıktı karşımıza yardımcı doçent olarak. Uşak Üniversitesindeymiş. Evet, o da “Çalıştay”daydı. Şu öğretmenlik güzel meslek vesselâm.

Öte yandan bazı akademisyen ve yazarlarla, çeşitli illerden gelen öğretmen arkadaşlarımızla tanıştık. Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Sayın Ersin ÖZARSLAN, çocuk edebiyatı yazarı Sayın Üzeyir GÜNDÜZ, Yard. Doç. Dr. Sayın ZEKİ GÜREL, Erzurum Sosyal Bilimler Lisesi Edebiyat Öğretmenlerinden Sayın Ümit ÇELİK, Erzurum İl MEM Şube Müdürü Sayın Yakup BİLECAN, Ağrı Naci Gökçe Lisesinden gelen Sayın İsmet GÜRSOY, Hatay Yahya Turan Anadolu Öğretmen Lisesinden gelen Sayın Ali ÜNSAL, Ankara Polis Kolejinden gelen Sayın Sırrı ER, Afyonkarahisar İl MEM’den gelen şube müdürü arkadaşımız, yine aynı ilden gelen öğretmen arkadaşımız ve daha pek çok güzel insanla yemeklerde, akşamları da lobide sohbet etme imkânı bulduk. Bu arada, “Çalıştay” süresince aynı apart-daireyi paylaştığımız, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Çeviribilim Bölümü Almanca Mütercim Tercümanlık Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Yard. Doç. Dr. Sayın Necdet NEYDİM ile benim açımdan gayet yararlı geçen sohbetlerimizi de zikretmeliyim. Kendisinin, geleceğin “dolu dolu profesörlerinden biri” olacağını söylemek asla abartı olmayacaktır. Bu arada Sayın NEYDİM ile memleketlerimizin, İzmir’in birbirine sadece yirmi beş kilometre mesafedeki iki ilçesi – o Ödemişli, ben Kirazlı- olması da hoş bir tesadüftü.

Kızılcahamam’da yapılan beş gün süreli “Çalıştay”ın ilk gününde öğleden önce protokol konuşmalarıyla gazeteci-yazar Sayın Taha AKYOL’un konuşması vardı. İlk konuşmayı TTK üyesi ve proje koordinatörü Sayın Zübeyir YILMAZ, ikinci konuşmayı TTK Başkanı Sayın Merdan TUFAN, üçüncü konuşmayı da MEB Müsteşarı Sayın Esengül CİVELEK yaptı. Çay-kahve arasından sonra ise, adını not etmediğimiz bir akademisyenin yanı sıra gazeteci-yazar Sayın Taha AKYOL ile Şanlıurfa Valisi Sayın Nuri OKUTAN konuştu.

Bu konuşmaların ardından; Salı günü öğleden sonra, Çarşamba tam gün ve Perşembe öğleye kadar serbest konuşmalarla paneller vardı. Salı günkü panelin birinci oturumunun konusu, “Okuma Kültürü Bakımından Dünya ve Türkiye’deki Durum, Okuma Kültürünün Geliştirilmesine Yönelik Örnek Uygulamalar” idi. Bu oturumun başkanı Prof. Dr. Sayın Sedat SEVER’di. Konuşmacılar; Sayın Adnan BİNYAZAR, Sayın Ayla ÇINAROĞLU, Prof. Dr. Sayın Cemal YILDIZ, Prof. Dr. Sayın Murat DEMİRKAN, Doç. Dr. Sayın Fatma AÇIK ve Yard. Doç. Dr. Sayın Necdet NEYDİM idi.

Salı günkü ikinci oturumun konusu da, “Söz Varlığının Gelişimi Bakımından Dünya ve Türkiye’deki Durum, Söz Varlığının Geliştirilmesine Yönelik Örnek Uygulamalar”dı. Bu oturumu yöneten Sayın Hocamızın adını not almamışız. Konuşmacılar ise şu isimlerden oluşuyordu: Sayın Mavisel YENER, Doç. Dr. Sayın Celâl DEMİR, Yard. Doç. Dr. Sayın Özay KARADAĞ, Yard. Doç. Dr. Sayın Mehmet KURUDAYIOĞLU, Yard. Doç. Dr. Sayın Bayram BAŞ ve Yard. Doç. Dr. Sayın Mehmet Akif ÇEÇEN.

Çarşamba günü öğleden önce panelin önünden, çocuk edebiyatı yazarları Sayın Yalvaç URAL ile Sayın Aytül AKAL ve Prof. Dr. Sayın Necati DEMİR konuştu. Panelin öğleden önceki üçüncü oturumunda Başkan, Dr. Sayın Charles Butler’di. Konuşmacılar da; Sayın Jane Carter (İngiltere), Dr. Sayın Ayten KİRİŞ (Türkiye), Sayın Purificacion Sanchez Hernandez (İspanyol) ve Sayın Gudmundur Engilbertsson (İzlanda)du. Bu oturumun konusu ise, “Avrupa Okullarında Çocuk Edebiyatını Gözden Geçirme” idi. Bu oturumda konuşmacıları, çevirmenler aracılığıyla kulaklıklarımızla dinledik.

Çarşamba günü öğleden sonraki dördüncü oturumun konusu, “Okuma Kültürünü Geliştirmede Medya, Sivil Toplum Kuruluşları ve Teknolojinin Etkisi”ydi. Bu oturumu Prof. Dr. Sayın Ramazan KAPLAN yönetti. Konuşmacılar ise; Sayın Aydın AFACAN, Sayın Nur İÇÖZÜ, Prof. Dr. Sayın Yakup ÇELİK, Doç. Dr. Sayın Ersin ÖZARSLAN, Sayın Perihan YÜCEL ve Sayın Şener METE idi.

Çarşamba günü öğleden sonraki beşinci oturumun konusu da, “Okuma Kültürünü ve Söz Varlığını Geliştirmeye Yönelik Eğitim Programı Oluşturma”ydı. Bu oturumun başkanı Prof. Dr. Sayın Hayati AKYOL’du. Konuşmacılar da; Sayın Melek Özlem SEZER, Sayın Üzeyir GÜNDÜZ, Yard. Doç. Dr. Sayın Hasan AKTAŞ, Yard. Doç. Dr. Sayın Halit KARATAY, Yard. Doç. Dr. Sayın Mehmet KARA ve Dr. Sayın Seçkin AYDIN idi.

Perşembe günkü altıncı oturumdan önce Prof. Dr. Sayın Firdevs GÜNEŞ, Doç. Dr. Sayın Mehmet ÇELİK ve Yard. Doç. Dr. Sayın Turan TEMUR konuştu. Konuşmaların ardından gerçekleştirilen altıncı ve son oturumda konu, “Dünyada ve Türkiye’de Çocuk ve Gençlik Edebiyatı”ydı. Bu oturumu Prof. Dr. Sayın Mübeccel GÖNEN yönetti. Konuşmacılar da; Sayın Gülsüm CENGİZ, Sayın Meryem Aybike GÜNDOĞDU, Doç. Dr. Sayın Hilmi UÇAN, Yard. Doç. Dr. Sayın Canan ASLAN, Yard. Doç. Dr. Sayın Zeki GÜREL ve Yard. Doç. Dr. Sayın Kelime ERDAL idi.

Çalıştay’ı düzenleyenler, çalışmalardan daha iyi verim alınabilmesi için, iki yüz elli civarındaki katılımcıyı panellerin ardından dört gruba ayırdılar. Dolayısıyla Çalıştay, Perşembe öğleden sonra ve Cuma tam gün bu dört grup üzerinden dört ayrı salonda devam etti. Ki akademisyenler, yazarlar, öğretmenler, MEB merkez teşkilatı mensuplarıyla TTK mensupları ve hatta veli ve öğrenciler bu dört gruba dengeli bir şekilde dağıtılmıştı. Ve her salondaki çalışma bir profesörün başkanlığında yürütüldü. Bir buçuk gün süren bu bölümde, işin mutfağında çalışan biz eğitimciler de, çocuklarımıza okuma alışkanlığının kazandırılmasına, okumanın ülkemizde temel ihtiyaçlardan biri hâline gelmesine yönelik önerilerimizi, çalışmalarımızı, kendi uygulamalarımızı paylaşma fırsatı bulduk.

Çalıştay’ın son günü, “sonuç bildirisi” üzerinde değerlendirmeler yapıldı. Bir buçuk gün boyunca dört ayrı salonda gerçekleştirilen müzakereler tutanağa geçirilmişti. Perşembe gününün gecesinde bu tutanaklar birleştirilerek sonuç bildirisi hazırlanmış ki, Cumartesi günü sabahtan öğleye kadar, sonuç bildirisindeki maddeler üzerinde tek tek duruldu. Pek çok madde adeta yeniden yazıldı. Bu işlem de aşağı yukarı saat 12.00 civarında tamamlandı. Öğle yemeğini müteakip de katılımcılar Kızılcahamam’dan ayrıldı.

Şunu kesin bir inançla ifade edelim ki, biz bu “Çalıştay”ın ülkemiz adına, milletimiz adına, milletimizin yarınları adına çok önemli, çok yararlı bir adım olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin her yerinde iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışan, birtakım şeylerin sancısını çeken, boş vermeyen, adam sen de demeyen, benim bu topraklara, insanımıza borcum var diyen, bıyık altından küçümseyici edalarla edilen tebessümlere aldırış etmeyen, ben öncelikle kendimden sorumluyum diyen ve bu sorumlulukla hareket eden, bu ülkede güzel şeyler olacaksa eğitimle olacak, olumsuzluklar azalacaksa eğitimle azalacak diyen idealist insanların var olduğu konusunda öteden beri bir kanaate sahiptik. Çalıştay bu kanaatimizi daha da pekiştirdi. Evet, “okuyan okul”lardan, “okuyan ilçe”lerden, “okuyan şehir”lerden sonra “OKUYAN TÜRKİYE” de artık çok uzakta değil.

*Proje hakkında kapsamlı bilgi için: http://simdiokumazamani.meb.gov.tr/

14 Kasım 2010 Pazar

Cumhuriyet Bayramı Öğretmen Konuşması

Sevgili Lüleburgazlılar

Değerli Kurum Yöneticileri

Cumhuriyetimizin ve geleceğimizin teminatı sevgili gençler

Sene 1914: Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yanında Birinci Dünya Savaşı’na girdi.

Sene 1918: Bütün dünyada, korkunç yıkımlara sebep olan bu büyük savaşta Osmanlı Devleti, başta Çanakkale olmak üzere, savaştığı pek çok cephede başarılı olmasına rağmen, sonuçta müttefikleriyle birlikte savaştan yenik çıktı.

Tarih 30 Ekim 1918: Mondros Mütarekesi… Adı ateşkes antlaşması; fakat gerçekte Türk’ün ölüm fermanı.

Tarih 16 Mayıs 1919: Otuz sekiz yaşındaki Mustafa Kemal, işgal altındaki bir devletin işgal altındaki başkentinden bir gemiyle Anadolu’ya, Samsun Limanına doğru yola çıkıyor. Genç Komutan görünüşte, Karadeniz Bölgesindeki birtakım karışıklıkları yerinde incelemek üzere yola çıkmıştı. Fakat o aslında, işgal altındaki başkentte bir şey yapılamayacağını görmüş; Anadolu’nun Trakya’nın pek çok yerinde, işgale karşı gönüllü milisler eliyle başlatılan direniş hareketlerini derleyip toparlamak, düzenli bir ordu oluşturarak vatanı düşman işgalinden kurtarmak, bu gerçekleştirilemese bile bu uğurda ölmek için yola çıkmıştı.

Zira Genç Komutana göre, sömürge olarak yaşamaktansa, istiklâl yolunda ölmek en büyük şerefti. Çünkü o, “Biz Türkler, tarih boyunca hürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz.” diyordu.

Birçoklarına göre, Genç Mustafa Kemal’in giriştiği bu iş bir delilikti. Fakat o, “Para yok!” diyenlere, “Bulunur.”; “Ordu yok!” diyenlere, “Kurulur.”; “Düşman çok!” diyenlere, “Yenilir.” dedi. Çünkü giriştiği işe inanmıştı. Ve kafasındaki yol haritasını adım adım uygulamaya koyuldu.

Tarih 23 Nisan 1920: İşgal altındaki bir ülkenin, henüz işgal edilmemiş bir şehrinde, Ankara’da tarihî bir karar alınıyor, yeni bir devletin temeli atılıyor, idam fermanı imzalanan bir millet, küllerinden yeniden doğmaya hazırlanıyordu.

Tarih 9 Eylül 1922: İmkânsız zannedilen şey olmuş; Kurtuluş Mücadelesi, İstiklâl Mücadelesi zafere ulaşmıştı.

Ve tarih 29 Ekim 1923: Ankara’da temeli atılan yeni Türk devletinin adı konmuş, halk iradesine dayanan, hakimiyeti tek kişiden alıp milletin tamamına veren Cumhuriyet yönetimi, yeni devletin yönetim biçimi olarak kabul edilmişti.

Sevgili gençler, sizler tarih boyunca büyük sıkıntılar çekmiş; fakat dönem dönem de dünya tarihine yön vermiş, tarihin akışını değiştirmiş büyük bir milletin çocuklarısınız. Şunu unutmayın ki, Türk zaman zaman yenilmiş; fakat hiçbir zaman sürekli bir biçimde esir edilememiştir.

Sizler, Millî Mücadelenin öncüsü, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Türk çocuğu atasını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” sözünden ilhamla tarihimizi en iyi şekilde araştıracak, tanıyacak, ondan hız alacak ve geleceğin her bakımdan en ileri ülkesini inşa etmek için de çalışacak, çalışacak, çalışacaksınız.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Büyük Önder, bu devleti, bu Cumhuriyeti sizlere yani Türk Gençliğine emanet etti. Onun gösterdiği bilim ve akıl yolundan yürüyerek emanete en güzel şekilde sahip çıkacak, size duyulan güveni boşa çıkarmayacak ve Türk’ün özgür bayrağını daima yükseklerde dalgalandıracaksınız.

Bu duygularla, en büyük millî bayramımız olan Cumhuriyet Bayramınızı kutluyor; dünya durdukça, çocuklarımız, torunlarımız ve uzak torunlarımız bu topraklar üzerinde, Ay-Yıldızlı al bayrağımızın gölgesinde bu bayramı kutlamaya devam etsinler diyorum.

18 Mart Öğretmen Konuşması

Sayın Okul Müdürüm

Değerli Meslektaşlarım

Dünya durdukça hür ve bağımsız olarak varlığını devam ettireceğine, güneşin doğuşuna yağmurun yağışına nasıl inanıyorsak öyle inandığımız Türkiye Cumhuriyeti devletimizin; üzerinde dört mevsim yaşanan ama öyle olmasa da sevgimizden hiçbir şey eksilmeyecek olan şüheda toprağı cennet vatanımızın; mavi göklerde özgürce dalgalanan ay-yıldızlı al bayrağımızın ve bütün bunların bizlerde çağrıştırdığı kutsal değerlerimizin, dilimizin, kültürümüzün ve millî gururumuzun teminatı sevgili gençler,

Bu gün 18 Mart… Bu gün, belki de dünya tarihinin gördüğü en büyük savaşlardan biri olan Çanakkale muharebelerinin birinci etabı sayabileceğimiz Çanakkale deniz zaferinin doksan beşinci yıl dönümü. Dönemin en güçlü donanmalarına sahip olan İngiliz ve Fransızlara karşı, son derece orantısız bir güçle verdiğimiz var oluş mücadelemizin; düşmana, “Çanakkale geçilmez!” dediren bir savaşın yıl dönümü. “Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” diyen bir neslin destanlaşan, bayraklaşan, abideleşen mücadelesinin hikâyesi. Ve bu hikâyenin hiçbir satırında en ufak bir abartı yok. Bu öyle bir savaş ki, orada metrekareye altı bin civarında mermi düştüğü söyleniyor.

Sevgili gençler, bireysel olarak insanın bu dünyadaki en değerli varlığı hayatıdır, yani canıdır. İşte atalarımız, hem de öyle yaşadığımız güne çok da uzak olmayan, ancak birkaç nesil önceki atalarımız, kendi atalarından dedelerinden ninelerinden, analarından babalarından devraldıkları yüksek bir ahlâk anlayışıyla, yârdan da serden de geçerek, kendilerinden sonra gelecek nesiller için o çok değerli varlıklarını vermekte en küçük bir tereddüt göstermediler.

Gençler, dünün savaşları top tüfekle, uçakla, gemiyle, tankla oluyordu. Yani her şeye rağmen savaşlar dürüstçe yapılıyordu. Hâlbuki bugün, dünkü savaş araçları yine bir kenarda durmakla birlikte, savaşlar artık daha ziyade kültürle, bilimle, dille, parayla yani ekonomi gücüyle oluyor. Ülkeler, milletler pek çok koldan kuşatılmaya çalışılıyor. İşte tam da bu noktada sizlere, bizlere, hepimize çok büyük görevler düşüyor. Dün, atalarımızın hiç düşünmeden kanlarını akıttıkları, kanlarını kattıkları bu aziz vatan için, şerefimiz, haysiyetimiz, özgürlüğümüz, bağımsızlığımız için bugün bizim hiç değilse terimizi akıtmamız, cennet vatanımızın toprağına terimizi katmamız gerekiyor. Vakit öldürme mekânlarını değil, kütüphaneleri, laboratuvarları, atölyeleri mesken tutmamız gerekiyor. Ve ben bugünkü nesillerin, kendilerinden öncekilere göre çok daha uyanık, donanımlı, atak, mücadeleci ve bilinçli yetiştiklerini düşünüyorum. Çok daha fazla okuduklarını düşünüyorum, düşünmenin de ötesinde bunu görüyorum. İnanıyorum ki sizin çocuklarınız da sizleri çok geçecekler.

Bunun sonucunda da yarınlarda ülkemiz, devletimizin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bizlere gösterdiği hedeflere birer birer varacak, dünyanın en saygın, en gelişmiş, en güvenilen ve aynı zamanda en çekinilen ülkesi ya da ülkelerinden biri olacak.

İstiklâl Marşımızın şairi, “Âtiyi (yani geleceği) karanlık görerek azmi bırakmak / Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak” diyor. Dolayısıyla bizler, geleceği karanlık görerek çalışmayı bırakmak şöyle dursun, tam tersine bu durumdan hız alarak çalışacağız. Kaldı ki, geleceğimiz hiç de ümitsiz değil, tam tersine zaman artık bizim lehimize işliyor.

Sözlerimizi, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” diyen Mehmet Âkif’e nazire yaparak bitirelim. “Hazır ol cenge, ister isen sulh-u salâh” diyen, yani “Barış, huzur, kurtuluş istiyorsan, savaşa da hazırlıklı olmalısın” diyen şairin bu ikazını da aklımızdan çıkarmadan diyoruz ki: Allah bu millete bir daha Çanakkale Destanları yazmak durumunda bırakmasın. Sizlerden bir dileğim de mümkün olan en kısa zamanda Çanakkale’yi ve oradaki şehitlikleri, siperleri ziyaret etmeniz.

18 Temmuz 2010 Pazar

OKUMAYI SEVDİRME YOLLARI

Hayır, “okumayı nasıl sevdirebiliriz” konulu özgün bir yazı yazmıyoruz. Bu konuda yazılmış bir kitaptan söz etmek istiyoruz. Yazımızın başlığı, bu kitabın adı. Yazarı Ahmet Maraşlı. İki yüz otuz sayfalık kitap, okumayı sevdirme konusunda çok değişik öneri ve tecrübeleri içeriyor ve çok da rahat okunuyor.

Yazar, okumayı sevdirme konusunda yapılabilecekleri dört bölümde toplamış. Birinci bölüm “Yetişkinler Okuma Alışkanlığını Nasıl Kazanabilir?”, ikinci bölüm “Çocuğa Okumayı Sevdirmek İçin Ailenin Yapabilecekleri”, üçüncü bölüm “Okulda Yapılabilecekler” ve dördüncü bölüm de “Resmî ve Sivil İnisiyatifin Yapabilecekleri” başlığını taşıyor.

İkinci bölümde “aile”nin, üçüncü bölümde “okul”un ve elbette “öğretmen”in okumayı sevdirme konusunda yapabilecekleri, ayrıntılı bir şekilde anlatılmış. Doğrusu bir eğitimci olduğumuz halde bu kitap bize de çok şey kattı. Ahmet Maraşlı, kitabını yazarken, gazetelerde bu konuyla ilgili olarak çıkan yazı ve mülâkatlardan, çeşitli dergilerdeki yazılara ve bu konuda yazılmış başka kitaplara kadar geniş bir alan taraması yapmış.

Kitapta anlatılan anekdotların hangi kaynaktan alındığının dip notları kitabın sonunda topluca verilmiş. Yazar, yararlandığı bu kaynakları, altı buçuk sayfalık bir liste halinde ayrıca vermiş. Yani Maraşlı’nın kitabı, bu alanda daha geniş araştırma yapmak veya başka eserler de okumak isteyen okuyucular için ayrıca bir rehber özelliği taşıyor.

Kitaba 5 (Beş) YTL fiyat konmuş; fakat daha sonra, herhalde daha çok kişi alabilsin ve okuyabilsin diye, 2.99 YTL’lik bir fiyat etiketi yapıştırılmış. Biz de bu fiyattan, bir büyük marketten aldık bu kitabı. Kitabı bulamayıp da doğrudan yayınevinden almak isteyenler için de yayınevinin internet ve elektronik posta adresleriyle telefon ve faks numaralarını verelim: www.bilgeyayinlari.com, bilge@bilgeyayinlari.com , tel:0212 4831516, faks: 0212 4833055

Kitaptan alacağımız birkaç anekdotla bu tanıtım yazısını sürdürelim. Şu örnek, kitabın 45 ve 46. sayfalarında yer alıyor. Anlatan, mesleği öğretmenlik olan bir anne: “Oğlum birinci sınıftan ikinci sınıfa geçmişti. İkinci sınıfta öğretmen değişti. Okulların açılmasından on beş gün sonra durumunu sormak için okula gidip öğretmenle görüştüm. Öğretmen, okumasının geri olduğunu söyledi. Ben de bir öğretmen olarak buna çok üzüldüm. Oğluma, öğretmeninin ondan çok memnun olduğunu söyleyerek, okumasını nasıl ilerletebileceğimi düşünmeye başladım.

Bilirsiniz, çocuklara ‘kitap oku’ dediğiniz zaman okumazlar. Benim oğlum da, ‘kitap oku’ desem okumayacaktı. Onu okumaya heveslendirmem gerekiyordu. Sonuçta şöyle bir yöntem buldum: Ütü yapacağım zaman yakınmaya başlıyordum. ‘Ne kadar çok ütülenecek çamaşır var. Ben bunları nasıl ütüleyeceğim? Kim bilir ne çok yorulacağım. Keşke biri bana yardım etse.’ diyordum. Sonra oğluma dönüp: ‘Sen bana yardım eder misin?’ diye soruyordum. O da yardım edeceğini söyleyip nasıl yardım edeceğini sorduğunda: ‘Bana kitap oku, ben de kolayca ütümü tamamlayayım.’ diyordum.

Oğlum, anneme yardım edeceğim diye seviniyordu. Sonra birlikte, okuyacağı kitabı seçiyorduk. O okuyor, ben de ütü yapıyordum. Arada bir de, okuduğu hikâyeye göre, ‘Vay yaramaz kedi!’, ‘Aaa! Bu köpek çok akıllı!’ diye ona eşlik ediyordum. Böyle yaptıkça daha heveslenip istekle okumaya devam ediyordu. Ütü işim bitince de ona, bana kitap okumasaydı, bu kadar ütü yapamayacağımı, hiç yorgunluk hissetmediğimi, çok iyi bir yardımcı olduğunu söyleyip öpüyordum.

Aynı taktiği bulaşık yıkarken de uyguluyordum. Mutfağa bir sandalye koyup onu oturtuyor, ‘Haydi bakalım bana yardım et.’ diyordum. ‘İşlerimi yaparken sen kitap okursan, ben her işimi kolay yapıyorum.’ dediğimde yüzündeki mutluluğu unutamıyorum. Böylece bir hafta aynı yöntemi çeşitli şekillendirmelerle (kitapçıdan birlikte kitap seçmek, cümle ve davranışlardaki ufak tefek değişiklikler) uygulayıp, kitap okuma sevgi ve alışkanlığını verdim. Sonuçta, amacıma ulaşmıştım. Öğretmeni çok sevinmişti. Ben de çok mutlu olmuştum.”

Bir diğer örnek, kitabın 168. sayfasından. Güngören Şehitler İlköğretim Okulu sınıf öğretmeni Mahmut Celep’in anlattıkları: “Okutacağım kitapları okul açılmadan belirliyorum. Kitaplardan bazı bölümleri derste okuyorum. Okuduğum yerler öğrencilerimin ilgisini çekerse, hemen o kitabı ilk isteyen öğrenciye veriyorum. Daha sonra aynı kitabı diğer öğrenciler okuyorlar. Kitapları kendim temin ediyorum. Sene sonunda yaklaşık yetmiş kitap okumuş oluyor öğrencilerim. Öğrencilerimin kitabı okuyup okumadıklarını anlamak için kitap raporu hazırlatıyorum. Bu raporda öğrenciler, okudukları kitabın kimliğini, kahramanlarını, içeriğini yazıyorlar. Bazen birilerinden kopya çektiklerini tespit ediyorum. Onları uyarmakla yetiniyorum. En çok kitap okuyana kitap hediye ediyorum. Bilgisayarda hazırladığım takdir belgesine, çok okuyanların ismini yazıp ‘takdir panosu’na asıyorum. Bu uygulamanın, öğrencileri okumak için ateşlediğini çok kez gördüm.”

Bu örnek de kitabın 172. sayfasından. “İlkokul öğretmenimiz, her günün sonunda on beş dakikayı kitap okuma etkinliği için ayırmıştı. Dersi tamamlar, çantalarımızı toplar, arkamıza yaslanarak ellerimizi kavuştururduk. Dinlemeye hazırdık. Öğretmen, dolabından çıkardığı kalın çocuk romanından okumaya başlar, her gün kaldığı yerden devam ederek okumayı sürdürürdü. Sessizlik içinde, ilgi ile onu dinler, devamını öğrenmek için sabırsızlanırdık. Bazen zil çaldıktan sonra da birkaç sayfa daha okuması için yalvarırdık. Okuduğu kitap, Çitlembik isimli bir keçinin dağda bayırda yaşadığı serüvenleri anlatıyordu. Kitapta resim yoktu; ama Çitlembik’in hayali bende o günkü canlılığını koruyor. Onun karşılaştığı güçlüklerden yılmaması, güçlüklere karşın yaşamı coşkuyla keşfetmesi bana gizliden gizliye hep umut aşılamıştır. Bugün bile! Ve inanıyorum, okuma sevgisi ve okuma alışkanlığı kazanmamda ilkokul öğretmenimin önemli bir yeri olmuştur.”

Kitabın 184. sayfasında ise, Kırşehir Ulupınar kasabası Yunus Emre İlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler öğretmeni Necati Bozkurt’un çabalarından söz edilmiş. Bu idealist öğretmenimiz de kitapçıdan, öğrencilerin seviyelerine uygun yüz elli kadar hikâye kitabı alıp bunları tanıdığı kişilere imzalatmış, her kitabın parasını da o kitabı imzalayandan almış. Sonra da kitapları okul kütüphanesine kaydetmiş. Yani kitaplar, imzalayan kişilerin bağışı olarak kütüphaneye kazandırılmış. Ve bu çaba karşılıksız kalmamış. Öğrenciler kütüphaneyi sık sık ziyaret etmeye başlamış. Kim bilir, bu küçük ilimizin son yıllarda ÖSS başarı sıralamasında hep yukarılarda olmasında “okuma”ya gönül vermiş böylesi fedakâr ve idealist meslektaşlarımızın da herhalde önemli bir payı vardır.

Kitabın 222 ve 223. sayfalarında ise tam bir kitap sevdalısından bahsedilmiş. Adının Şevket olduğunu öğrendiğimiz bu kişinin, Alibeyköy-Küçükköy arasında bir dökümhanesi varmış. Şevket Bey, dökümhanenin üst katını muazzam bir kütüphane ve yemek salonu olarak düzenlemiş. Bu dökümhane, hemen her düşünceden ve meslekten insanın uğrak yeri olmuş. Şevket Bey’in arabasının bagajı, içi genellikle kitap dolu olurmuş. Bu kitapları, tanıştığı, karşılaştığı insanlara birer ikişer verirmiş. Şevket Bey, evinde ve özellikle Kastamonu’da bir tatil köyünde çok geniş bir alan üzerine yaptırdığı, içinde zengin kütüphaneli salonları bulunan üç katlı köşkünde de dostlarına, arkadaşlarına ev sahipliği yapmaktan büyük zevk alıyormuş.

Ahmet Maraşlı’nın kitabında bunlar gibi onlarca (belki daha da fazla) örnek anlatılmış. Tabiî yazar, sadece bu örnekleri aktarmakla yetinmemiş, pek çok yol, yöntem ve öneri de sunmuş okuyucuya. Dedik ya, bir öğretmen, hem de bir edebiyat öğretmeni olarak biz çok yararlandık bu kitaptan. Buna dayanarak, kapsamlı bir çalışmanın ürünü olduğu hemen anlaşılan bu kitabı başta sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmeni meslektaşlarımız olmak üzere bütün öğretmen ve okul yöneticilerine, bütün bilinçli anne babalara, bütün bilinçli anne baba adaylarına, bütün kurum yöneticilerine, kısaca “okuma”nın “temel bir ihtiyaç” olduğunu düşünen herkese gönül rahatlığıyla öneriyoruz.