CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATINDA ÖNEMLİ ESERLER VE BUNLARIN SAHİPLERİ
Abbas Sayar: Yılkı Atı, Can Şenliği, Dik Bayır…
Abdülhak Şinasi Hisar: Fahim Bey ve Biz, Çamlıca’daki Eniştemiz, Boğaziçi Mehtapları, Geçmiş Zaman Köşkleri…
Adalet Ağaoğlu: Bir Düğün Gecesi, Ölmeye Yatmak, Fikrimin İnce Gülü…
Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir, Bursa’da Zaman, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Sahnenin Dışındakiler…
Ahmet Kutsi Tecer: Koçyiğit Köroğlu, Köşebaşı…
Ahmet Muhip Dıranas: Fahriye Abla, Olvido…
Âşık Mahzuni Şerif: İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım…
Âşık Veysel Şatıroğlu: Dostlar Beni Hatırlasın.
Ataol Behramoğlu: Bir Gün Mutlaka, Aşk İki Kişiliktir, Bebeklerin Ulusu Yok, Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var…
Attila İlhan: Abbas Yolcu, Duvar, Yasak Sevişmek, Sisler Bulvarı, Ben Sana Mecburum, Yağmur Kaçağı…
Aziz Nesin: Şimdiki Çocuklar Harika, Zübük, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz…
Bilge Karasu: Göçmüş Kediler Bahçesi…
Cahit Sıtkı Tarancı: Ömrümde Sükut, Otuz Beş Yaş, Ziya’ya Mektuplar, Düşten Güzel, Gün Eksilmesin Penceremden…
Cahit Külebi: Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda, Yeşeren Otlar, Türk Mavisi, Adamın Biri…
Cahit Zarifoğlu: İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller…
Cemal Süreya: Üvercinka, Beni Öp Sonra Doğur, Göçebe, Sevda Sözleri…
Cemil Meriç: Bu Ülke, Mağaradakiler, Kırkambar, Işık Doğudan Gelir, Umrandan Uygarlığa…
Edip Cansever: Yer Çekimli Karanfil, Masa Da Masaymış Ha, Çağrılmayan Yakup, Ben Ruhi Bey Nasılım, Sevda ile Sevgi…
Ece Ayhan: Bakışsız Bir Kedi Kara, Zambaklı Padişah, Sivil Şiirler, Şeyler Kitabı, Mısırkalyoniğne…
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Üç Şehitler Destanı, Çocuk ve Allah, Havaya Çizilen Dünya, Çakırın Destanı…
Behçet Necatigil: Kapalı Çarşı, Sevgilerde, Evler…
Fakir Baykurt: Yılanların Öcü, Kaplumbağalar, Tırpan, Irazca’nın Dirliği…
Haldun Taner: Keşanlı Ali Destanı, On İkiye Bir Var, Yaşasın Demokrsi, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Vatan Kurtaran Şaban, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Fazilet Eczanesi, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Konçinalar…
Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı): Ege Kıyılarında, Mavi Sürgün, Merhaba Akdeniz, Ege’nin Dibi, Gülen Ada, Uluç Reis, Turgut Reis, Aganta Burina Burinata…
Haydar Ergülen: Karşılığını Bulmamış Sorular, Sokak Prensesi, Sırat Şiirleri…
Hilmi Yavuz: Bakış Kuşu, Doğu Şiirleri, Gizemli Şiirler…
Hüseyin Atlansoy: Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi, Şehir Konuşmaları, Kaçak Yolcu…
İlhan Berk: Otağ, Güneşi Yakanların Selâmı, Galile Denizi, Günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarkısı…
İsmail Habip Sevük: Tuna’dan Batı’ya, Yurttan Yazılar…
İsmet Özel: Evet İsyan, Celladıma Gülümserken, Erbain, Bir Yusuf Masalı…
Kemal Bilbaşar: Anadolu’dan Hikâyeler, Cevizli Bahçe, Ay Tutulduğu Gece, Kurbağa Çiftliği, Cemo, Memo…
Kemal Tahir: Devlet Ana, Esir Şehrin İnsanları, Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu, Yol Ayrımı, Rahmet Yolları Kesti…
Kemalettin Kamu: Bingöl Çobanları…
Mahmut Makal: Bizim Köy…
Melih Cevdet Anday: Mikado’nun Çöpleri…
Memduh Şevket Esendal: Otlakçı, Mendil Altında, Ev Ona Yakıştı, Ayaşlı ve Kiracıları, Vassaf Bey…
Mustafa Kutlu: Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül Ya Sefer, Arka Kapak Yazıları…
Nazım Hikmet Ran: Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuva-yı Milliye Destanı, Şeyh Bedrettin Destanı, 835 Satır…
Necati Cumalı: Tütün Zamanı, Nalınlar, Kızılçullu Yolu, Susuz Yaz…
Necip Fazıl Kısakürek: Kaldırımlar, Örümcek Ağı, Çile, Bir Adam Yaratmak, Çöle İnen Nur, Künye, Reis Bey...
Nurullah Ataç: Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri, Günce…
Orhan Asena: Hürrem Sultan, Simavnalı Şeyh Bedrettin, Atçalı Kel Mehmet…
Orhan Kemal: Murtaza, Ekmek Kavgası, 72. Koğuş, Hanımın Çiftliği, Bereketli Topraklar Üzerinde, Baba Evi…
Orhan Pamuk: Cevdet Bey ve Oğulları, Benim Adım Kırmızı, Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Kar, Masumiyet Müzesi…
Orhan Veli Kanık: Garip, Vazgeçemediğim, Yenisi, Karşı, Kitabe-i Seng-i Mezar, İstanbul’u Dinliyorum…
Oğuz Atay: Tutunamayanlar, Korkuyu Beklerken, Bir Bilim Adamının Romanı…
Ömer Bedrettin Uşaklı: Bedrettin Üzerine Şiirler…
Peyami Safa: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Fatih- Harbiye, Yalnızız, Sözde Kızlar, Bir Tereddüdün Romanı…
Recep Bilginer: Sarı Naciye, Parkta Bir Sonbahar Günüydü…
Refik Erduran: Karayar Köprüsü, Canavar Cafer, Cengiz Hanın Bisikleti…
Reşat Nuri Güntekin: Çalıkuşu, Değirmen, Acımak, Miskinler Tekkesi, Yeşil Gece, Tanrı Misafiri, Yaprak Dökümü, Balıkesir Muhasebecisi…
Rıfat Ilgaz: Hababam Sınıfı, Karartma Geceleri, Don Kişot İstanbul’da…
Ruşen Eşref Ünaydın: Diyorlar ki…
Sabahattin Ali: Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, Kağnı, Ses, Sırça Köşk…
Sadri Ertem: Çıkrıklar Durunca…
Samim Kocagöz: Kalpaklılar, Doludizgin…
Sait Faik Abasıyanık: Havada Bulut, Son Kuşlar, Sarnıç, Mahalle Kahvesi, Semaver, Şahmerdan, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Medar-ı Maişet Motoru…
Sedat Umran: Meşaleler, Gittin Taş Atarak Denizlerime, Parmak Uçlarımdaki Yangın...
Selim İleri: Her Gece Bodrum, Dostlukların Son Günü…
Sezai Karakoç: Körfez, Şahdamar, Hızır’la Kırk Saat, Mona Rosa, Kıyamet Aşısı, Ayinler…
Suut Kemal Yetkin: Günlerin Götürdüğü, Edebiyat Konuşmaları…
Talip Apaydın: Sarı Traktör, Vatan Dediler, Susuzluk…
Tarık Buğra: Küçük Ağa, Osmancık, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İbiş’in Rüyası…
Turan Oflazoğlu: Deli İbrahin, Keziban, 4. Murat, Genç Osman, Kösem Sultan, Sokrates Savunuyor…
Turgut Özakman: Ah Şu Gençler, Töre, Bir Şehnaz Oyun, Şu Çılgın Türkler…
Turgut Uyar: Dünyanın En Güzel Arabistanı, Göğe Bakma Durağı, Türkiyem, Arz-ı Hâl…
Yaşar Kemal: İnce Memed, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yer Demir Gök Bakır, Üç Anadolu Efsanesi, Orta Direk, Yılanı Öldürseler, Teneke, Sarı Sıcak, Ölmez Otu, Ağrı Dağı Efsanesi, Yusufçuk Yusuf…
Yusuf Atılgan: Anayurt Oteli, Aylak Adam, Canistan…
Ziya Osman Saba: Sebil ve Güvercinler, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi…
MİLLÎ EDEBİYAT VE MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ EDEBİYATI İÇİN BİLİNMESİ GEREKEN ÖNEMLİ ESERLER VE SAHİPLERİ
Ebubekir Hazım Tepeyran: Küçük Paşa.
Falih Rıfkı Atay: Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Ateş ve Güneş, Zeytindağı, Çankaya, Taymis Kıyıları.
Faruk Nafiz Çamlıbel: Sanat, Çoban Çeşmesi, Han Duvarları, Canavar.
Halide Edip Adıvar: Türk’ün Ateşle İmtihanı, Handan, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal, Dağa Çıkan Kurt, Mor Salkımlı Ev, Tatarcık, Yol Palas Cinayeti.
Halit Fahri Ozansoy: Aruza Veda.
Mehmet Akif Ersoy: Safahat.
Mehmet Emin Yurdakul: Ey Türk Uyan, Cenge Giderken, Türkçe Şiirler, Türk Sazı, Tan Sesleri, Ordunun Destanı.
Mehmet Fuat Köprülü: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Türk Edebiyatı Tarihi.
Mithat Cemal Kuntay: Üç İstanbul, Türk’ün Şehnamesi.
Musahipzade Celâl: Köprülüler, Bir Kavuk Devrildi.
Orhan Seyfi Orhon: Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi.
Ömer Seyfettin: Bomba, Kaşağı, Yalnız Efe, Kızıl Elma Neresi?, Yüksek Ökçeler, Başını Vermeyen Şehit, Bahar ve Kelebekler, Falaka, Efruz Bey, Diyet, İlk Düşen Ak, Pembe İncili Kaftan.
Refik Halit Karay: Memleket Hikâyeleri, Yezidin Kızı, Bugünün Saraylısı, İstanbul’un İçyüzü, Gurbet Hikâyeleri, Sürgün.
Reşat Nuri Güntekin: Anadolu Notları, Damga, Yaprak Dökümü, Miskinler Tekkesi, Tanrıdağı Ziyafeti, Çalıkuşu.
Rıza Tevfik Bölükbaşı: Uçun Kuşlar.
Yahya Kemal Beyatlı: Kendi Gökkubbemiz, Acımak, Dudaktan Kalbe, Yeşil Gece, Eğil Dağlar, Tarih Musahabeleri, Eski Şiirin Rüzgârıyla, Rubailer ve Hayam Rubailerini Türkçe Söyleyiş, Aziz İstanbul.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Sodom ve Gomore, Politikada 45 Yıl, Nur Baba, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Kiralık Konak, Yaban, Ankara, Hep O Şarkı, Hüküm Gecesi, Panorama, Erenlerin Bağından, Okun Ucundan, Bir Serencam, Ergenekon, Zoraki Diplomat, Millî Savaş Hikâyeleri.
Ziya Gökalp: Altın Işık, Kızıl Elma, Yeni Hayat, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, Türk Medeniyeti Tarihi, Türkçülüğün Esasları.
Millî Mücadele Yıllarında veya Sonrasında Yazılmış Millî Mücadele Konulu Önemli Eserler
İstiklâl Marşı (şiir) Mehmet Akif Ersoy
Dumlupınar Yolunda (şiir) Kemalettin Kamu
Üç İstanbul (roman) Mithat Cemal Kuntay
Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (hatıra) Ebubekir Hazım Tepeyran
Üç Şehitler Destanı (şiir) Fazıl Hüsnü Dağlarca
Kuvayı Milliye Destanı (şiir) Nazım Hikmet Ran
Dağa Çıkan Kurt (hikâye) Halide Edip Adıvar
Millî Savaş Hikâyeleri (hikâye) Yakup Kadri
Vurun Kahpeye (roman) Halide Edip Adıvar
Ateşten Gömlek (roman) Halide Edip Adıvar
Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara (roman) Yakup Kadri
Yeşil Gece (roman) Reşat Nuri Güntekin
Esir Şehrin İnsanları, Yorgun Savaşçı (roman) Kemal Tahir
Küçük Ağa (roman) Tarık Buğra
Kalpaklılar (roman) Samim Kocagöz
Kurtlar Sofrası (roman) Attilâ İlhan
Vatan Yolunda (hatıra) Yakup Kadri
Türk’ün Ateşle İmtihanı (hatıra) Halide Edip
Ergenekon (makale) Yakup Kadri
SERVET-İ FÜNÛN VE FECR-İ ÂTİ DÖNEMLERİ İÇİN BİLİNMESİ GEREKEN ÖNEMLİ ESERLER
Ahmet Haşim: Göl Saatleri, Piyale, Bize Göre, Frankfurt Seyahatnamesi, Gurabahane-i Lâklâkan.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu: Çağlayanlar, Haristan ve Gülistan
Ahmet Rasim: Şehir Mektupları, Ramazan Sohbetleri, Eşkal-i Zaman.
Cenap Şahabettin: Hac Yolunda, Tiryaki Sözleri, Avrupa Mektupları,Evrak-ı Eyyam, Nesr-i Sulh,
Halit Ziya Uşaklıgil: Mensur Şiirler, Ferdi ve Şürekası, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl, Saray ve Ötesi, Bir Acı Hikâye, Aşk-ı Memnu.
Hüseyin Cahit Yalçın: Hayal İçinde, Hayat-ı Muhayyel
Hüseyin Rahmi Gürpınar: Gulyabani, Mürebbiye, Şık, Şıpsevdi, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Mehmet Rauf: Eylül, Ferda-yı Garam, Siyah İnciler,
Tevfik Fikret: Rübâb-ı Şikeste, Rübabın Cevabı, Şermin, Halûk’un Defteri, Doksanbeşe Doğru,
18 Haziran 2011 Cumartesi
TÜRK EDEBİYATINDAN ROMAN ÖZETLERİ
TAAŞŞUK-I TALÂT VE FİTNAT (Şemsettin Sami)
Yetim olan Talât, iş yerine gidip gelirken Hacı Mustafa’nın üvey kızı Fitnat’a âşık olur. Fitnat da Talât’ı sever. Ancak Hacı Mustafa, Fitnat’ı zengin ve yaşlı biri olan Ali Bey ile evlendirir. Buna dayanamayan Fitnat intihar eder. Fitnat’la evlenen Ali Bey ise, Fitnat’ın boynundaki muskayı açıp okuduğunda Fitnat’ın kendisinin öz kızı olduğunu öğrenir ve bir süre sonra delirip ölür. Bütün bu olanlara dayanamayan Talât da yatağa düşer. Bir süre sonra o da ölür.
İNTİBAH (Namık Kemal)
Ali Bey, yirmi yirmi bir yaşlarında bir gençtir. Ailesinin koruması altında büyür. Babası ölünce bunalıma girer ve kendini Çamlıca gibi gezinti yerlerine vurur. Çamlıca’da gördüğü güzel bir kadın olan Mehpeyker’e âşık olur. Ali Bey, Mehpeyker uğruna eve geç gelmeye, bazı geceler hiç gelmemeye, işe gitmemeye ve içmeye başlar. Bir mirasyedi gibi bütün servetini harcar ve annesini üzer. Annesi Ali Bey’i eve bağlamak için, eve Dilâşup adında bir cariye alır. Ancak Ali Bey’in gözü Mehpeyker’den başkasını görmez. Mehpeyker, birçok erkekle birlikte olan bir kadındır. Bunu öğrenen Ali Bey, ondan ayrılır ve Dilâşup ile evlenir. Terk edilmenin intikamını almak isteyen Mehpeyker, Bir oyun çevirip Dilâşup ile Ali Bey’i ayırır. Ali Bey, Dilâşup’u satar. Ali Bey’in annesi kahrından ölür. Mehpeyker Dilâşup’u zengin âşığı aracılığıyla satın alır ve onu kötü yola düşürmek için uğraşır. Hırsını alamayan Mehpeyker, Ali Bey’i öldürmek ister. Bunu öğrenen Dilâşup, Ali Bey’i korur ve onun yerine kendisi öldürülür. Durumu öğrenen Ali Bey de Mehpeyker’i öldürerek hapse girer ve bir süre sonra o da ölür.
SERGÜZEŞT (Sami Paşazade Sezai)
Romanda, Dilber adlı cariye ile onun ait olduğu konağın genç oğlu Celâl arasındaki aşktan yola çıkarak kölelik kurumunu anlatır. Avrupa’da resim öğrenimi gören oğullarına, kendileri gibi aristokrat tabakadan bir kızla evlilik düşleyen anne-baba, oğullarının Dilber’i sevdiğini öğrenince kızı gizlice bir esirciye satarlar. Dilber, Mısır’a götürülerek zengin bir tüccara satılır. Odalık olmayı reddeden Dilber, dövülerek veya hapsedilerek türlü eziyetlere maruz bırakılır. Dilber’e âşık olan haremağası onu kaçırarak İstanbul’a geri götürmek ister. Fakat kaçış sırasında haremağası merdivenden düşer ve ölür. Bunun üzerine Dilber, İstanbul’a tek başına gidemeyeceğini Fakat konaktaki işkenceli hayata dönemeyeceğini düşünür ve kendini Nil nehrine atarak canına kıyar.
FELÂTUN BEY İLE RAKIM EFENDİ (Ahmet Mithat Efendi)
Roman iki ana karakter üzerine kurulmuştur. Bunlardan Felâtun Bey, Batılılaşmayı yanlış algılayan, mirasyedi, züppe bir tiptir. Rakım Efendi ise, yerli kültürü temsil eden, kendi kendini yetiştirmiş, “Doğu”yu da “Batı”yı da tanıyan bilinçli bir tiptir. Eserde, Felâtun Bey yerilirken, bilinçli, çalışkan ve örnek bir insan olarak Rakım Efendi övülmektedir.
MAİ VE SİYAH (Halit Ziya Uşaklıgil)
Mai ve Siyah romanı, Servet-i Fünûn dönemi sanatçılarının karamsar ruh hâlini yansıtır. Bu dönem aydınlarının “Ahmet Cemil” karakteriyle sembolize edildiği bu roman, orta halli bir ailenin çocuğu olan Ahmet Cemil’in, bünyesinde çalıştığı “Mirat-ı Şuun” gazetesinin onuncu yılında Tepebaşı bahçesinde “mavi” bir gecede kurduğu hayallerle başlar. Bu hayallere göre Ahmet Cemil, yazdığı yeni şiirlerle ünlü bir şair olacak, şiir kitabı çok satacak ve böylece zengin olacak; sonra da zengin bir ailenin çocuğu olan Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia ile evlenecektir. Ancak kendi elleriyle evlendirdiği kendi kız kardeşinin, hamileyken kocasından yediği bir tekme sonucunda sonucu ölmesi, yeniliklerle yüklü şiirlerinin edebiyat çevrelerinde alay konusu edilmesi ve bu yüzden şiir kitabını yakması, bu arada Lâmia’nın bir subayla nişanlanması, Ahmet Cemil’de uzak diyarlara kaçma arzusu doğurur. Bu sebeple Yemen’e memur olarak gider. Yolculuk sırasında, mavi bir gecede kurduğu hayalleri hatırlar ve gecenin karanlığında gökyüzünün “siyah”lığına dalar.
EYLÜL (Mehmet Rauf)
Suat (kadın) ile Süreyya’nın (erkek) beş yıllık evliliklerinin dinginliği, Necip’in ortaya çıkmasıyla Necip ile Suat arasında duygusal bir yakınlık doğurur. Necip, Süreyya’nın halasının oğludur. Bu genç çiftin evlerine gelip gittikçe Suat’ ilgi duymaya başlar ve ona âşık olur. Suat da bu duygulara kayıtsız değildir. Ancak ne Suat eşine, ne de Necip halasının oğluna ihanet etmek istemektedir. Her ikisi de sürekli bir duygu çatışması içindedir. Yazar, Suat ile Necip’in ruh dünyalarındaki çalkalanışları başarıyla tahlil eder. Bir gece konakta bir yangın çıkar ve Suat alevlerin arasında kalır. Onu kurtarmak isteyen Necip de alevler arasına dalar; fakat bu yangından ikisi de kurulamaz.
MÜREBBİYE (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
Romanda, Anjel’in, “mürebbiye” (çocuk eğiticisi) olarak çalıştığı evin erkeklerini, para sızdırmak için ayartıp baştan çıkarması ve onları birbirine düşürmesi anlatılır. Anjel, otoriter bir aile reisi olan Dehri Efendi’nin yalısında mürebbiyedir. Evin genç oğlu Şemi’yi, Amca Bey’i ve damat Sadri’yi baştan çıkarmıştır. Dehri Efendi, Şemi ile Amca Bey’in yalının harem dairesine girmelerini yasaklar. Bir gece damat Sadri’yi hançerle öldürmek için Anjel’in odasına giren Şemi, kilitli bulunan dolabı açar. Dolabın içinde Dehri Efendi’yi görünce düşüp bayılır. Eserde bir bakıma, “yabancı” mürebbiyelerin çalıştıkları evlerde yol açtıkları ahlâksızlık işlenmiştir.
ATEŞTEN GÖMLEK (Halide Edip Adıvar)
Kurtuluş Savaşı yıllarını konu edinen ilk eser olan bu roman, Peyami’nin ağzından hatıra şeklinde kaleme alınır. Anadolu’da savaşa katılan Peyami, Sakarya Savaşı’nda bacaklarını kaybeder. Hastanede, başındaki kurşunun çıkarılmasını beklerken, başından geçenleri kaleme alır.Peyami ve İhsan’ın Ayşe’ye duydukları sevgi, İzmir’in işgali ve Kurtuluş Savaşı gerçekliği içinde anlatılır. Aşkın, savaş ortamında “ikincil” öneme sahip olması gerektiği vurgulanır.
ÇALIKUŞU (Reşat Nuri Güntekin)
Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Feride, teyzesinin koruması altında bir Fransız yatılı okuluna gönderilir. İstanbullu olan ve Batı kültürü ile yetişen bir aydın olan Feride, teyzesinin oğlu Kâmuran ile nişanlanır. Birbirlerine âşık olan bu çiftin evliliği bir kadının Feride’ye getirdiği bir mektup ile engellenir. Çünkü bu mektupta, Kâmuran’ın İsviçre’deyken Münevver adlı hasta bir kadınla ilişkisi olduğu ve ona evlenme sözü verdiği yazılıdır. Böyle bir yıkımla karşılaşan Feride, İstanbul’dan uzaklaşmak istediği için Anadolu’da öğretmenlik yapar. Feride, Zeyniler Köyü’nde Munise adlı öksüz, küçük bir kızı koruması altına alır. Genç, güzel ve idealist bir öğretmen olan Feride, başından geçenleri, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yaparkenki izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini, yaşadığı zorlukları günü gününe yazar.
YAPRAK DÖKÜMÜ (Reşat Nuri Güntekin)
Ali Rıza Bey, karısı, üç kızı ve bir oğluyla İstanbul’da geçim sıkıntısı içindedir. Ali Rıza Bey’in oğlu Şevket’in bir bankaya memur olarak girmesi aile için adeta bir kurtuluş olarak değerlendirilir. Ancak Şevket, gezmeye ve eğlenceye düşkün bir kadınla evlenir. Ali Rıza Bey’in kızları Leyla ile Necla, gelinin etkisi altında yaşamaya başlayınca ailede ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşır ve yaprak dökümü başlar. Ali Rıza Bey’in büyük kızı Fikret, kendini kurtarmak için çocuklu, dul bir adamla evlenir ve Adapazarı’na gider. Şevket, karısının isteklerine yetişebilmek için bankadan gizlice para alır ve durum anlaşılınca hapse girer. Ali Rıza Bey, evini satar ve küçük bir ev satın alır. Aile bu eve taşınır. Necla’nın zengin diye evlendiği Suriyelinin birkaç karısının olduğu ortaya çıkar. Leyla ise zengin bir avukatın metresi olur. Yaşadığı acılar sonunda Ali Rıza Bey felç olur. Leyla, babasını yanına alır. Ali Rıza Bey iyileşir; fakat hayatın zorlukları ve acıları karşısında boynu büküktür.
YABAN (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Bu roman, köylü-aydın çatışmasını konu edinmiştir. Roman kahramanı Ahmet Celâl, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybeder ve İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi sebebiyle, emir eri Mehmet Ali’nin Eskişehir yakınlarında Porsuk Çayı kıyısındaki köyüne gider. Yabancı olduğu için halkla bir kopukluk yaşayan Ahmet Celâl, burada Emine’ye âşık olur. Köy, Yunanlılar tarafından işgal edilince Emine ile birlikte baskından kaçmaya çalışır. Ancak ikisi de vurulur. Emine ağır yaralıdır. Bunun üzerine Ahmet Celâl, hatıralarını yazdığı ve köyden kaçarken yanına aldığı defteri Emine’nin eline sıkıştırır. Köyden uzaklaşır. Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman zulümlerini araştıran bir kurul, yıkıntılar ve yakılmış insan cesetleri arasında bu defteri bulur. Bu defter, Ahmet Celâl’in yalnızlık psikolojisini yansıtmakla birlikte, köylülerin Salih Ağa’ya bağlılıkları merkezinde süren cehaletlerini anlatır.
KÜÇÜK AĞA (Tarık Buğra)
Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Türk romanlarından biridir. İstanbul’da Fatih Medresesi’nde vaazlar veren ve kendisi de medrese kökenli biri olan Mehmet Reşit Efendi romanın baş kişisidir. Millî Mücadele sırasında Padişahtan yana olup Kuvayı Milliye’ye ve önderleri Haydar Bey’e karşı durur, Millî Mücadele’yi köstekler. 1919’da Anadolu’ya (Akşehir’e) gönderilir. Halk arasında “İstanbullu Hoca” olarak bilinen Mehmet Reşit Efendi, Kuvayı Milliyecileri vatan hainliğiyle suçlar ve Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesinde bir müfrezeyi yönetir. Zaman zaman, doğru yolda olup olmadığının çatışmasını yaşar. Sonunda, onu yakalamakla görevli Çolak Salih’in konuşmaları üzerine, Kuvayı Milliye’nin haklılığını kavrar ve kendisi de Kuvayı Milliyeci olur. Bu roman, önceleri hilâfet yanlısı olup sonradan Millî Mücadelenin haklılığını kavrayan, medrese kökenli bir hocanın şahsında o dönemdeki ikilemleri de yansıtır.
İNCE MEMED (Yaşar Kemal)
Türk romanında “ağa” tiplemesi denince akla “Abdi Ağa” gelir. Romanda, Çukurova ve Toroslarda sürüp giden sosyal ve geleneksel sorunlara karşı mücadele eden İnce Memed’in hayatı ve mücadelesi anlatılır. Abdi Ağa, halkı ezen, ona zulmeden bir kişidir. İnce Memed, Abdi Ağa’nın zulümlerine karşı gelir ve dağa çıkarak eşkıya olur. Eserde, ezen-ezilen, ağa-köylü çatışması işlenir. Ezilenler eşkıya olup dağa çıkarlar ve sömürenlere karşı halkı korurlar.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU (Peyami Safa)
Yaşananların, on beş yaşına basmış bir çocuğun bakış açısıyla anlatıldığı bu romanda çocuğun adı belirtilmemiştir. Yedi yaşından beri bacaklarından birinin ağrısını çeken bu çocuk, annesiyle birlikte yoksul bir hayat sürmektedir. Kemik veremi teşhisi konulan bu hastalığı çaresi, çocuğun sakin, sorunsuz bir hayat sürmesi ve iyi beslenmesine bağlıdır. Aksi halde çocuğun bacağı kesilecektir. Durumu öğrenen ve çocuğun akrabalarından olan bir paşa, onu Erenköy’deki köşküne, yanına alır. Çocuk burada, paşanın kendisinden büyük olan kızı Nüzhet’e âşık olur. Ancak Nüzhet’in, zengin bir doktor olan Ragıp Bey ile evlendirileceğini öğrenince hastalığı pekişir ve çok acı çeker. Köşkten kaçar ve hastaneye yatar. Başarılı bir ameliyatla bacağı iyileşir. Hastaneden çıktığında, Nüzhet’in Doktor Ragıp ile evlendiğini öğrenir.
Yetim olan Talât, iş yerine gidip gelirken Hacı Mustafa’nın üvey kızı Fitnat’a âşık olur. Fitnat da Talât’ı sever. Ancak Hacı Mustafa, Fitnat’ı zengin ve yaşlı biri olan Ali Bey ile evlendirir. Buna dayanamayan Fitnat intihar eder. Fitnat’la evlenen Ali Bey ise, Fitnat’ın boynundaki muskayı açıp okuduğunda Fitnat’ın kendisinin öz kızı olduğunu öğrenir ve bir süre sonra delirip ölür. Bütün bu olanlara dayanamayan Talât da yatağa düşer. Bir süre sonra o da ölür.
İNTİBAH (Namık Kemal)
Ali Bey, yirmi yirmi bir yaşlarında bir gençtir. Ailesinin koruması altında büyür. Babası ölünce bunalıma girer ve kendini Çamlıca gibi gezinti yerlerine vurur. Çamlıca’da gördüğü güzel bir kadın olan Mehpeyker’e âşık olur. Ali Bey, Mehpeyker uğruna eve geç gelmeye, bazı geceler hiç gelmemeye, işe gitmemeye ve içmeye başlar. Bir mirasyedi gibi bütün servetini harcar ve annesini üzer. Annesi Ali Bey’i eve bağlamak için, eve Dilâşup adında bir cariye alır. Ancak Ali Bey’in gözü Mehpeyker’den başkasını görmez. Mehpeyker, birçok erkekle birlikte olan bir kadındır. Bunu öğrenen Ali Bey, ondan ayrılır ve Dilâşup ile evlenir. Terk edilmenin intikamını almak isteyen Mehpeyker, Bir oyun çevirip Dilâşup ile Ali Bey’i ayırır. Ali Bey, Dilâşup’u satar. Ali Bey’in annesi kahrından ölür. Mehpeyker Dilâşup’u zengin âşığı aracılığıyla satın alır ve onu kötü yola düşürmek için uğraşır. Hırsını alamayan Mehpeyker, Ali Bey’i öldürmek ister. Bunu öğrenen Dilâşup, Ali Bey’i korur ve onun yerine kendisi öldürülür. Durumu öğrenen Ali Bey de Mehpeyker’i öldürerek hapse girer ve bir süre sonra o da ölür.
SERGÜZEŞT (Sami Paşazade Sezai)
Romanda, Dilber adlı cariye ile onun ait olduğu konağın genç oğlu Celâl arasındaki aşktan yola çıkarak kölelik kurumunu anlatır. Avrupa’da resim öğrenimi gören oğullarına, kendileri gibi aristokrat tabakadan bir kızla evlilik düşleyen anne-baba, oğullarının Dilber’i sevdiğini öğrenince kızı gizlice bir esirciye satarlar. Dilber, Mısır’a götürülerek zengin bir tüccara satılır. Odalık olmayı reddeden Dilber, dövülerek veya hapsedilerek türlü eziyetlere maruz bırakılır. Dilber’e âşık olan haremağası onu kaçırarak İstanbul’a geri götürmek ister. Fakat kaçış sırasında haremağası merdivenden düşer ve ölür. Bunun üzerine Dilber, İstanbul’a tek başına gidemeyeceğini Fakat konaktaki işkenceli hayata dönemeyeceğini düşünür ve kendini Nil nehrine atarak canına kıyar.
FELÂTUN BEY İLE RAKIM EFENDİ (Ahmet Mithat Efendi)
Roman iki ana karakter üzerine kurulmuştur. Bunlardan Felâtun Bey, Batılılaşmayı yanlış algılayan, mirasyedi, züppe bir tiptir. Rakım Efendi ise, yerli kültürü temsil eden, kendi kendini yetiştirmiş, “Doğu”yu da “Batı”yı da tanıyan bilinçli bir tiptir. Eserde, Felâtun Bey yerilirken, bilinçli, çalışkan ve örnek bir insan olarak Rakım Efendi övülmektedir.
MAİ VE SİYAH (Halit Ziya Uşaklıgil)
Mai ve Siyah romanı, Servet-i Fünûn dönemi sanatçılarının karamsar ruh hâlini yansıtır. Bu dönem aydınlarının “Ahmet Cemil” karakteriyle sembolize edildiği bu roman, orta halli bir ailenin çocuğu olan Ahmet Cemil’in, bünyesinde çalıştığı “Mirat-ı Şuun” gazetesinin onuncu yılında Tepebaşı bahçesinde “mavi” bir gecede kurduğu hayallerle başlar. Bu hayallere göre Ahmet Cemil, yazdığı yeni şiirlerle ünlü bir şair olacak, şiir kitabı çok satacak ve böylece zengin olacak; sonra da zengin bir ailenin çocuğu olan Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia ile evlenecektir. Ancak kendi elleriyle evlendirdiği kendi kız kardeşinin, hamileyken kocasından yediği bir tekme sonucunda sonucu ölmesi, yeniliklerle yüklü şiirlerinin edebiyat çevrelerinde alay konusu edilmesi ve bu yüzden şiir kitabını yakması, bu arada Lâmia’nın bir subayla nişanlanması, Ahmet Cemil’de uzak diyarlara kaçma arzusu doğurur. Bu sebeple Yemen’e memur olarak gider. Yolculuk sırasında, mavi bir gecede kurduğu hayalleri hatırlar ve gecenin karanlığında gökyüzünün “siyah”lığına dalar.
EYLÜL (Mehmet Rauf)
Suat (kadın) ile Süreyya’nın (erkek) beş yıllık evliliklerinin dinginliği, Necip’in ortaya çıkmasıyla Necip ile Suat arasında duygusal bir yakınlık doğurur. Necip, Süreyya’nın halasının oğludur. Bu genç çiftin evlerine gelip gittikçe Suat’ ilgi duymaya başlar ve ona âşık olur. Suat da bu duygulara kayıtsız değildir. Ancak ne Suat eşine, ne de Necip halasının oğluna ihanet etmek istemektedir. Her ikisi de sürekli bir duygu çatışması içindedir. Yazar, Suat ile Necip’in ruh dünyalarındaki çalkalanışları başarıyla tahlil eder. Bir gece konakta bir yangın çıkar ve Suat alevlerin arasında kalır. Onu kurtarmak isteyen Necip de alevler arasına dalar; fakat bu yangından ikisi de kurulamaz.
MÜREBBİYE (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
Romanda, Anjel’in, “mürebbiye” (çocuk eğiticisi) olarak çalıştığı evin erkeklerini, para sızdırmak için ayartıp baştan çıkarması ve onları birbirine düşürmesi anlatılır. Anjel, otoriter bir aile reisi olan Dehri Efendi’nin yalısında mürebbiyedir. Evin genç oğlu Şemi’yi, Amca Bey’i ve damat Sadri’yi baştan çıkarmıştır. Dehri Efendi, Şemi ile Amca Bey’in yalının harem dairesine girmelerini yasaklar. Bir gece damat Sadri’yi hançerle öldürmek için Anjel’in odasına giren Şemi, kilitli bulunan dolabı açar. Dolabın içinde Dehri Efendi’yi görünce düşüp bayılır. Eserde bir bakıma, “yabancı” mürebbiyelerin çalıştıkları evlerde yol açtıkları ahlâksızlık işlenmiştir.
ATEŞTEN GÖMLEK (Halide Edip Adıvar)
Kurtuluş Savaşı yıllarını konu edinen ilk eser olan bu roman, Peyami’nin ağzından hatıra şeklinde kaleme alınır. Anadolu’da savaşa katılan Peyami, Sakarya Savaşı’nda bacaklarını kaybeder. Hastanede, başındaki kurşunun çıkarılmasını beklerken, başından geçenleri kaleme alır.Peyami ve İhsan’ın Ayşe’ye duydukları sevgi, İzmir’in işgali ve Kurtuluş Savaşı gerçekliği içinde anlatılır. Aşkın, savaş ortamında “ikincil” öneme sahip olması gerektiği vurgulanır.
ÇALIKUŞU (Reşat Nuri Güntekin)
Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Feride, teyzesinin koruması altında bir Fransız yatılı okuluna gönderilir. İstanbullu olan ve Batı kültürü ile yetişen bir aydın olan Feride, teyzesinin oğlu Kâmuran ile nişanlanır. Birbirlerine âşık olan bu çiftin evliliği bir kadının Feride’ye getirdiği bir mektup ile engellenir. Çünkü bu mektupta, Kâmuran’ın İsviçre’deyken Münevver adlı hasta bir kadınla ilişkisi olduğu ve ona evlenme sözü verdiği yazılıdır. Böyle bir yıkımla karşılaşan Feride, İstanbul’dan uzaklaşmak istediği için Anadolu’da öğretmenlik yapar. Feride, Zeyniler Köyü’nde Munise adlı öksüz, küçük bir kızı koruması altına alır. Genç, güzel ve idealist bir öğretmen olan Feride, başından geçenleri, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yaparkenki izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini, yaşadığı zorlukları günü gününe yazar.
YAPRAK DÖKÜMÜ (Reşat Nuri Güntekin)
Ali Rıza Bey, karısı, üç kızı ve bir oğluyla İstanbul’da geçim sıkıntısı içindedir. Ali Rıza Bey’in oğlu Şevket’in bir bankaya memur olarak girmesi aile için adeta bir kurtuluş olarak değerlendirilir. Ancak Şevket, gezmeye ve eğlenceye düşkün bir kadınla evlenir. Ali Rıza Bey’in kızları Leyla ile Necla, gelinin etkisi altında yaşamaya başlayınca ailede ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşır ve yaprak dökümü başlar. Ali Rıza Bey’in büyük kızı Fikret, kendini kurtarmak için çocuklu, dul bir adamla evlenir ve Adapazarı’na gider. Şevket, karısının isteklerine yetişebilmek için bankadan gizlice para alır ve durum anlaşılınca hapse girer. Ali Rıza Bey, evini satar ve küçük bir ev satın alır. Aile bu eve taşınır. Necla’nın zengin diye evlendiği Suriyelinin birkaç karısının olduğu ortaya çıkar. Leyla ise zengin bir avukatın metresi olur. Yaşadığı acılar sonunda Ali Rıza Bey felç olur. Leyla, babasını yanına alır. Ali Rıza Bey iyileşir; fakat hayatın zorlukları ve acıları karşısında boynu büküktür.
YABAN (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Bu roman, köylü-aydın çatışmasını konu edinmiştir. Roman kahramanı Ahmet Celâl, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybeder ve İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi sebebiyle, emir eri Mehmet Ali’nin Eskişehir yakınlarında Porsuk Çayı kıyısındaki köyüne gider. Yabancı olduğu için halkla bir kopukluk yaşayan Ahmet Celâl, burada Emine’ye âşık olur. Köy, Yunanlılar tarafından işgal edilince Emine ile birlikte baskından kaçmaya çalışır. Ancak ikisi de vurulur. Emine ağır yaralıdır. Bunun üzerine Ahmet Celâl, hatıralarını yazdığı ve köyden kaçarken yanına aldığı defteri Emine’nin eline sıkıştırır. Köyden uzaklaşır. Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman zulümlerini araştıran bir kurul, yıkıntılar ve yakılmış insan cesetleri arasında bu defteri bulur. Bu defter, Ahmet Celâl’in yalnızlık psikolojisini yansıtmakla birlikte, köylülerin Salih Ağa’ya bağlılıkları merkezinde süren cehaletlerini anlatır.
KÜÇÜK AĞA (Tarık Buğra)
Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Türk romanlarından biridir. İstanbul’da Fatih Medresesi’nde vaazlar veren ve kendisi de medrese kökenli biri olan Mehmet Reşit Efendi romanın baş kişisidir. Millî Mücadele sırasında Padişahtan yana olup Kuvayı Milliye’ye ve önderleri Haydar Bey’e karşı durur, Millî Mücadele’yi köstekler. 1919’da Anadolu’ya (Akşehir’e) gönderilir. Halk arasında “İstanbullu Hoca” olarak bilinen Mehmet Reşit Efendi, Kuvayı Milliyecileri vatan hainliğiyle suçlar ve Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesinde bir müfrezeyi yönetir. Zaman zaman, doğru yolda olup olmadığının çatışmasını yaşar. Sonunda, onu yakalamakla görevli Çolak Salih’in konuşmaları üzerine, Kuvayı Milliye’nin haklılığını kavrar ve kendisi de Kuvayı Milliyeci olur. Bu roman, önceleri hilâfet yanlısı olup sonradan Millî Mücadelenin haklılığını kavrayan, medrese kökenli bir hocanın şahsında o dönemdeki ikilemleri de yansıtır.
İNCE MEMED (Yaşar Kemal)
Türk romanında “ağa” tiplemesi denince akla “Abdi Ağa” gelir. Romanda, Çukurova ve Toroslarda sürüp giden sosyal ve geleneksel sorunlara karşı mücadele eden İnce Memed’in hayatı ve mücadelesi anlatılır. Abdi Ağa, halkı ezen, ona zulmeden bir kişidir. İnce Memed, Abdi Ağa’nın zulümlerine karşı gelir ve dağa çıkarak eşkıya olur. Eserde, ezen-ezilen, ağa-köylü çatışması işlenir. Ezilenler eşkıya olup dağa çıkarlar ve sömürenlere karşı halkı korurlar.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU (Peyami Safa)
Yaşananların, on beş yaşına basmış bir çocuğun bakış açısıyla anlatıldığı bu romanda çocuğun adı belirtilmemiştir. Yedi yaşından beri bacaklarından birinin ağrısını çeken bu çocuk, annesiyle birlikte yoksul bir hayat sürmektedir. Kemik veremi teşhisi konulan bu hastalığı çaresi, çocuğun sakin, sorunsuz bir hayat sürmesi ve iyi beslenmesine bağlıdır. Aksi halde çocuğun bacağı kesilecektir. Durumu öğrenen ve çocuğun akrabalarından olan bir paşa, onu Erenköy’deki köşküne, yanına alır. Çocuk burada, paşanın kendisinden büyük olan kızı Nüzhet’e âşık olur. Ancak Nüzhet’in, zengin bir doktor olan Ragıp Bey ile evlendirileceğini öğrenince hastalığı pekişir ve çok acı çeker. Köşkten kaçar ve hastaneye yatar. Başarılı bir ameliyatla bacağı iyileşir. Hastaneden çıktığında, Nüzhet’in Doktor Ragıp ile evlendiğini öğrenir.
EDEBİYAT AKIMLARI
Edebî Akım: Edebiyata bakış açıları, yaklaşımları, tutumları yönünden benzerlik bulunan yazar ve şairlerin meydana getirdiği bir sanat olgusuna edebi akım denir.
1-Hümanizm: Felsefede “insancıllık” yani ırk ve din farkı gözetmemek, bütün insanların iyiliğini düşünmek anlamına gelir. Edebiyatta “yeniden doğuş, uyanış” anlamlarındadır. 14. ve 16. yüzyıllarda Yunan ve Latin edebiyatlarını yeni bir sevgi ile geliştirmeye çalışan, Avrupa’da benimsenmiş bir edebiyat akımıdır. İtalya’da doğmuştur. Dante, Petrarca, Boccacio bu akımın İtalya’da en büyük temsilcileri oldular. İtalya’dan sonra hümanizmin en büyük temsilcileri 16. yüzyılda Fransa’da yetişmiştir: “Rabelais, Montaigne, Ronsard gibi”. Hümanizm iki sebepten doğmuştur: Ortaçağ zihniyetine (kilise ve devlet baskısına) duyulan tepki ve klasik Yunan-Latin edebiyatlarına duyulan hayranlık. Hümanizmin temel görüşleri şöyle özetlenebilir:
a) Çok tanrılı devirlere hayranlık b) Yunan-Latin edebiyatına duyulan özlem ve hayranlık
c) Eskiler gibi yazma hevesi ç) Biçim ve üslûba büyük önem verme d) Milli hayattan uzak bir edebiyat oluşumu
e) Eskilerin kullandığı tür ve biçimlerin yanı sıra dünya görüşlerinin ve fikirlerinin de taklit edilmesi
2-Klasizm: 17. yüzyılda Fransa’da gelişmiştir. İlkelerinin belirlenmesinde Fransız eleştirmen Boileau’nun (Bualo) katkısı olmuştur. Başlıca ilkeleri şunlardır:
a) Klasizme göre sanatın üç temeli vardır: Akıl, sağduyu ve tabiat (doğa).
b) Tabiat kavramı “insanın iç dünyası, insanın değişmeyen iç yapı gerçeği” anlamında kullanılmıştır. Bir eser, güzelliğini ve değerini akıldan alır. Sağduyuya yaslanmayan anlatımın estetiği yoktur.
c) Gerçeğin ve “doğa”nın akıl yoluyla incelenmesine önem verilmiştir.
ç) Grek (Eski Yunan) ve Latin edebiyatçıları örnek alınmıştır.
d) Yalnız seçkin ve olgun insanlar ele alınmış, bunların sadece ruhları incelenmiştir.
e) Ahlâki bir amaç güdülmüş, tutkulara gem vurulup erdeme önem verilmiştir.
f) İnsan dışındaki her şey (giysi, dekor, doğal çevre…) ihmal edilmiştir.
g) Eserler seçkin kişilerin konuştuğu dilde yazılmıştır.
ğ) Üslûp süssüz, sade, açık, sağlam ve yapmacıklıktan uzaktır.
h) Eserlerde biçim kusursuzluğuna, mükemmelliğe önem verilmiştir.
I) Konuya değil, konunun işleniş biçimine önem verilmiştir.
Klasizmin başlıca temsilcileri şunlardır:
Pierre Corneille (şair ve oyun yazarı – Le Cid, Horace, Cinna, La Place), Jean Racine (trajedi yazarı – Iphigenia, Athalle, Britanicus, Andromaque), Moliere (komedi yazarı – Tartuffe, Kadınlar Okulu, Kocalar Okulu, Kibarlık Budalası, Cimri, Zoraki Tabip, Gülünç Kibarlar, Bilgiç Kadınlar, Hastalık Hastası), La Fontaine (fabllarıyla ünlüdür), Pascal (filozof – Düşünceler, Taşra Mektupları), Descartes (filozof – Usül Üzerine Nutuk, Metafizik Düşünceler, Aklın Yönetilmesi İçin Kurallar), La Bruyere (Karakterler), Boileau (şair ve eleştirmen – Hicivler, Manzum Mektuplar, Şiir Sanatı), Madame de La Fayette (Princesse de Cleves-psikolojik roman), Fenelon (Telemaque). Bizim edebiyatımızda ise Şinasi.
Klasizm’de tiyatro, “trajedi” ve “komedi” olmak üzere ikiye ayrılır:
Trajedi: Hayatın acıklı yönlerini, kendine özgü kurallarla sahnede göstermek, ahlâk, erdem örneği vermek amacıyla yazılmış manzum tiyatro eserlerine denir. Belli başlı özellikleri ve kuralları şunlardır:
a) Konular tarihten, mitolojiden, efsanelerden ve seçkin kişilerin hayatından alınır.
b) Kişiler tanrı, tanrıça ve soylu kişilerdir. Bunların dil ve söyleyişleri kişiliklerine uygun olarak soyludur. Kötü, bayağı sözler ve söyleyişler yoktur.
c) Dövüşme, yaralama ve öldürme gibi korkunç ve çirkin olaylar sahnede gösterilmez; haber verilir.
ç) Eserler manzum olarak yazılır.
d) Perde yoktur. Eser beş bölüm olarak düzenlenir; bölümler arasında koronun lirik şiirleri yer alır.
e) Üç birlik kuralına uyulur. (Tiyatroda “zaman, yer (mekan) ve ana olay” birliğine denir. Yani bir ana olay, aynı yerde, bir günde geçebilecek şekilde düzenlenir. Buna “üç birlik kuralı” adı verilir.)
Komedi: Hayatın gülünç yönlerini, güldürmek ve düşündürmek amacıyla sahnede yansıtmak için yazılmış tiyatro eserlerine komedi denir. Komedinin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Konu günlük hayattan ve yaşanan olaylardan seçilir.
b) Kişiler halktan ve üst sınıflardan her çeşit insan olabilir. Kişiliklere uygun her türlü söz ve söyleyişe yer verilir.
c) Kişilerin her çeşit davranışları (öldürme, yaralama vb) sahnede geçebilir.
ç) Eserler genellikle beş perde olarak yazılır.
d) Üç birlik kuralına uyulur. e) Komik durumlar ortaya konur.
Komediyi “karakter komedisi, entrika komedisi (vodvil), töre komedisi, satir” gibi çeşitlere ayırmak mümkündür.
3-Romantizm: Klasizme tepki olarak 18. yüzyılda İngiltere ve Almanya’da ortaya çıkmış, Fransa’da gelişmiş bir edebiyat akımıdır. Victor Hugo’nun “Hernani” adlı eseriyle varlığını duyurmuştur.
Romantizmin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Klasik edebiyatın bütün kural ve biçimleri kırılmıştır.
b) Akıl, mantık ve sağduyunun yerine duygu, coşku ve serbest düşünce ön plana çıkmıştır.
c) Yunan ve Latin edebiyatları örnek alınmaktan vazgeçilmiş, eserlerde milli, dini duygulara ve konulara, milli efsanelere geniş yer verilmiş; aşk, tabiat ve ölüm konuları çokça işlenmiştir.
Ç) Şahsi duygular, hayaller ve heyecanlar ön plandadır.
d) “Deha akılda değil, yürektedir.” düşüncesi benimsenmiştir.
e) Sanatçılar olaylar karşısında kendi görüş ve düşüncelerini gizlememişler, bunları okuyucuya yansıtmışlardır.
f) Romantizm bir bakıma milletlerin kendi kültür ve edebiyatlarında kendilerini bulmaları, kendi kimliklerine dönmeleridir.
g) Romantik sanatçılar genelde yalnızlığı seven, duygulu ve melankolik tiplerdir.
ğ) Klasiklerin insanı soyut bir varlık olarak ele almalarına karşılık, romantikler insanı tabiî ve sosyal çevresiyle birlikte ele almışlar, çeşitli tasvirlerle anlatmışlardır.
h) Genel olarak, “sanat toplum içindir” görüşü hakimdir. İnsanın düzeltilmesinden önce toplumun düzeltilmesi gerektiği düşüncesindedirler.
I) Klasik tiyatronun bütün kuralları yıkılmış, tiyatroda “dram” türü ortaya çıkmıştır.
Romantizmin Belli Başlı Temsilcileri
Jean Jeack Rousseau (Fransız-filozof): “Emile, İtiraflar, Sociale”
Goethe(Alman-şair, tiyatro, roman,otobiyografi yazarı): “Faust, Genç Werther’in İtirafları, Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları, Roma Mersiyeleri vb.)
Schiller(Alman-dram şairi): “Haydutlar, Don Carlos, Maria Stuart, Hile ve Sevgi, Wilhelm Tell”
Madamme de Stael(Fransız): “Edebiyata Dair, Almanya’ya Dair”
Chateaubriand(Fransız): “Mezar Ötesinden Anılar, Atala, Rene”
Victor Hugo(Fransız-şair,roman ve dram yazarı): “Sefiller, Cromwell, Hernani, Notre Dame’ın Kamburu…”
George Sand (Fransız kadın romancı): “Mektuplar, Ömrümün Hikâyesi, Valentine, Pembe ve Beyaz”
Alfred de Musset (Fransız-şair ve tiyatro yazarı): “Geceler, Tanrıya Bağlanan Umut, Bir Zamane Çocuğunun İtirafları, İspanya ve İtalya Hikâyeleri”
Aleksandre Dumas (Fransız-romancı): “Üç Silâhşorler, Monte Kristo Kontu”
Lamartine(Fransız-şair ve roman yazarı): “Tefekkürler, Raphael, Graziella”
Lord Byron(İngiliz-şair): “Şilyon Mahpusu, Manfred, Gavur”
Shelley(İngiliz-şair): “Kurtulmuş Promete, Şairin Savunması, Yalnızlığın Ruhu”
Türk edebiyatında; Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Abdülhak Hâmid Tarhan.
4- Realizm: 19. yüzyılda romantizme tepki olarak Fransa’da ortaya çıkan, Gustave Flaubert’in “Madame Bovary” adlı eseriyle öncülük ettiği bir edebiyat akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Gözleme büyük önem verilir. Görülenler olduğu gibi, güzellik ve çirkinlikleriyle anlatılır.
b)Günlük hayatta yaşanan veya yaşanması mümkün olan olay ve durumlar anlatılır. Olağanüstü olay ve kişiler yoktur. Olayların sosyal sebepleri dikkate alınır.
c) Çevrenin insan üzerindeki etkisi dikkate alınarak çevre tasvirlerine büyük önem verilir.
ç) Sanatçılar eserlerinde kendi kişiliklerini gizlerler. Olayları tarafsız bir gözle anlatırlar.
d) Kelimelerin ve cümlelerin yerli yerinde olmasına, üslûbun açık, sağlam ve yapmacıklıktan uzak olmasına önem verilir. e) Sanat, ahlâk dersi verme aracı olarak görülmez.
f) Sade, anlaşılır bir dil kullanılır, anlatımda argoya yer verilmez.
Realizmin belli başlı temsilcileri şunlardır:
Honore de Balzac (Fr.) “Goriot Baba, Vadideki Zambak”
Gustave Flaubert (Fr.) “Madame Bovary, Salammbo”
Stendhal (Fr.) “Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı”
Dostoyevski (Rus) “Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Delikanlı, Ecinniler, Ezilenler, İnsancıklar, Ölü Bir Evden Anılar, Kumarbaz, Budala”
Tolstoy (Rus) “Savaş ve Barış, Diriliş, Anna Karenina, Hacı Murat, Yaşayan Ölü, Karanlığın Kudreti”
Anton Çehov (Rus) “Bozkır, 6. Koğuş, Altı Numaralı Oda, Büyücü Kadın, Üç Hemşire Bir Meçhulün Hikâyesi”
Ernest Hemingway (Amerikalı) “Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Silâhlara Veda, İhtiyar Balıkçı”
Bunlardan başka; Maksim Gorki, Turgenyev, Sholov (Rus), Guy de Maupassant, Alfhonse Daudet (Fr.), Charles Dickens, Eliot, Bronte (İng.), Tomas Mann (Alm.), Mark Twain (Amerikalı).
Türk edebiyatında; Halit Ziya Uşaklıgil, Nabizade Nazım, Samipaşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem, Yakup Kadri, Refik Halit, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Cahit Külebi, Orhan Kemal, Kemal Tahir…
5-Natüralizm: 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. (Natüre, “doğa,tabiat” anlamındadır.) Natüralizmin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Realizme bir tepki değildir. Realizmin kurallarının daha katılaştırılmış bir şekli olarak adlandırılabilir.
b) Realizmdeki gözlemcilik sürdürülmüş, buna ek olarak bilimlerdeki deney yöntemi de sanata aktarılmıştır.
c) Bilimlerin özünü oluşturan “determinizm” kuralı sanatta da savunulmuştur. (Determinizm: Aynı sebepler, aynı şartlar altında aynı sonuçları doğurur.)
ç) Olaylar ve durumlar, bilimsel bir nesnellikle (objektiflikle) ele alınmıştır.
d) Çevre tasvirlerine geniş yer verilmiştir.
e) Sanatçılar eserlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir. İğrenç, bayağı ve çirkin olarak adlandırılabilecek sahnelerin anlatımından çekinilmemiştir.
f) Natüralizmde irsiyet (soyaçekim) de çok önemlidir.
g) Bilimin verilerini sanata da uyguladığı için, natüralist romana “deneysel roman” da denmektedir.
ğ) Realizmden farklı olarak, biçim mükemmelliği yoktur. Eserlerde dağınık bir anlatım görülür.
h) Dil sade, anlatım açık ve yalındır.
ı) Natüralistler, olayların anlatımında tam bir tarafsızlık içindedirler.
i) Eserlerde “savaş, açlık, fakirlik, hastalıklar yüzünden insanların düştüğü durumlar” anlatılır.
Natüralizmin belli başlı temsilcileri şunlardır:
Emile Zola (Fr.) “Germinal, Toprak, Doktor Paskal, Hakikat, Eser, Nana”
Alphonse Daudet (Fr.) “Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri, Jack …”
Guy de Maupassant (Fr.) “Güzel Dost, Bir Hayat, Ölüm Kadar Acı”
Goncourt Kardeşler (Fr.) “Salomon, Journal, Manette, Renee Maperin”
John Steincback (Amerikalı) “Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar, İnci, Bitmeyen Kavga, Cennet Yolu, Uğurlu Perşembe, Ay Battı, Yukarı Mahalle, Alev”
Bizim edebiyatımızda; Nabizade Nazım, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Beşir Fuat”
6-Parnasizm (Şiirde Gerçekçilik): 19. yüzyılda Fransa’da romantizme tepki olarak doğmuştur. Realizmin şiire uygulanmasıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Sanat için sanat anlayışı benimsenmiştir.
b) Şiirde şairin kişiliği gizlenmiş, şiir öznellikten nesnelliğe (subjektiflikten objektifliğe) açılmıştır.
c) Şairler kişisel duyguları ve tutkuları yerine, dış dünyadaki gözlemlerini, değişik doğa görünümlerini nesnel bir tutumla anlatmışlardır.
ç) Yunan-Latin kültür ve mitolojisine yeniden dönülmüştür.
d) Şimdiki zaman yerine geçmiş zaman kişileri ve olayları işlenmiş; tarihin her devrinden, özellikle Hindistan, Mısır, Filistin gibi uzak ülkelerin kültür ve efsanelerinden yararlanılmış, şiire egzotik bir hava getirilmiştir.
e) Felsefî düşünceler, hatta bilim ve fenle ilgili görüşler işlenmiştir.
f) Şiirde biçim mükemmelliğine büyük önem verilmiş; nazım tekniği, nazım biçimi, ölçü ve kafiye üzerinde titizlikle durulmuş, “Kafiye şiirin altın çivisidir.” (Banville) görüşüne inanılmıştır.
g) Dilin ustalıkla kullanılmasına aşırı özen gösterilmiştir.
ğ) Şiirin şekil güzelliği yeterli sayılmış, sosyal konularla ilgilenilmemiştir.
Parnasizm akımının temsilcileri: Banville, Prudhomme, Francois Coppe, Lisle, Heredia, Gautier…
Bizim edebiyatımızda; Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin.
7-Sembolizm (Simgecilik): 19 yüzyılın son çeyreğinde Fransa’da realist şiir (Parnasizm) akımına tepki olarak doğmuş ve daha sonra bütün Avrupa’ya yayılmış bir edebiyat (şiir) akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Şiir gerçeği değil, gerçeğin insan üzerinde bıraktığı etkiyi anlatmalıdır.
b) Anlamın kapalı olmasına ve şiirde iç musikiye önem verilmiştir.
c) Klasik nazım biçimleri yerine serbest nazım biçimleri kullanılmıştır.
ç) Doğrudan doğruya anlatılamayan derin duygularla, heyecanlar birtakım sembollerle anlatılmıştır.
d) Dış dünya ile duyular arasındaki ilişkiyi sezdirmek için kullanılan semboller, hayaller (imgeler) de yetersiz görülerek bazen bilinen kelimelere yeni anlamlar yüklenmiş; unutulmuş, alışılmamış eski kelimeler bulunup ortaya çıkarılmış, hatta birtakım yeni kelimeler uydurulmuş; o zamana kadar alışılmış olan sözdizimleri ve söyleyiş biçimleri bozularak yeni söyleyiş biçimleri icat edilmiştir.
Belli başlı temsilcileri: Charles Baudelaure (Çarls Bodler), Rimbaud, Verlaine, Mallarme, Valery, Regnier.
Bizim edebiyatımızda: Ahmet Haşim, Cenap Şahabettin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas.
8-Empresyonizm (İzlenimcilik): 19. yüzyılda realizme ve natüralizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aslında resim sanatıyla ilgilidir. Fakat edebiyat da bu akımdan etkilenmiştir.
Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Empresyonistler, “Sanat; varlığın kendisini, görünüşünü, özelliklerini değil, kişide bıraktığı izlenimleri anlatmalıdır.” derler.
b) Sanatçılar, kendi iç dünyalarını anlatmaya çalışmışlardır. c) Sembolizmle bağlantılı bir akımdır.
Belli başlı temsilcileri: Gocourt Kardeşler, Rimbaud, Verlaine, Rilke, Hapkins, Joyce.
Bizim edebiyatımızda: Ahmet Haşim.
9-Kübizm : 20. yüzyılda, önce resimde, daha sonra da edebiyatta ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Resimde insanı, hem dış görünüşü, hem de iç dünyasıyla bir bütün olarak kavrayıp geometrik şekiller içinde anlatmaya çalışır. Edebiyatta ise, olaylarla duyguların birbirinden ayrılmadan canlı bir şekilde anlatılmasını amaçlar. Temsilcileri: Reverdy, Costeau, Cendrars.
10- Ekspresyonizm (Dışavurumculuk): 20. yüzyılın başlarında Almanya’da Empresyonizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu akıma göre, “dış dünya bırakılmalı, insanın ruhu konu edilmeli” düşüncesi vardır. Dış dünyadan kaçmak ve insanın özünü, ruhsal durumlarını yansıtmak amaçlanmıştır.
Temsilcileri: Franz Kafka, T. S. Eliot, James Joyce.
11-Fütürizm (Gelecekçilik) : 20. yüzyılın başlarında, İtalyan şair Marinetti’nin öncülüğünde ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Şiirde geleneğe bağlı olan her şey (ölçü, kafiye, nazım biçimleri) atılmalı, serbest nazım kullanılmalıdır.
b) Şiir, her türlü sanayi atılımını ve makineyi, tehlike tutkusunu yüceltmelidir.
c) Üslûp, yeni hayata egemen olan sanayi ve makinenin dinamizmine, “hızın güzelliği”ne uygun olmalı; o güne kadar durgun bir güzelliğin anlatım aracı olan geleneksel dilbilgisi ve sözdizimi kuralları kırılarak, şiirde kelimeler özgür bırakılmalıdır. (Sembolizmin etkileri)
Başlıca temsilcileri: Marinetti, Mayakovski. Türk edebiyatında Nazım Hikmet Ran.
12-Dadaizm (Kural Yıkıcılık): Birinci Dünya Savaşı’nın insanlığa getirdiği büyük felâketin yarattığı umutsuzluk ve isyan duygularından kaynaklanan bir edebiyat akımıdır. 1916’da Romen şair Tristan Tzara’nın öncülüğüyle ortaya çıkar. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Kendilerinden önceki bütün sanat ilkelerini, değerleri reddederek saldırgan bir tavır takınmışlardır.
b) Son derece kötümserdirler, geleceğe inanmazlar.
c) Aklın iflâs ettiğine inanırlar. (Sürrealizme zemin hazırlarlar.)
Başlıca temsilcileri: Tristan Tzara, Breton, Aragon, Eluard, Soupault.
13-Sürrealizm (Gerçeküstücülük): 20. yüzyılda ortaya çıkan bir şiir akımıdır. Şair Breton’un 1924’te yayınladığı “Sürrealizmin Bildirgesi”, bu akımın başlangıcı sayılır (Fransa’da). Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Bilinçaltının karışık ve karmaşık dünyasının sanata aktarılması amaçlanmıştır.
b) Sürrealistler, bilinçaltının sanata uygulanmasında, Freud’un “psikanaliz” görüşünden etkilenmiş ve yararlanmışlardır. c) Varlığımızın bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmayı amaçlamışlardır.
Belli başlı temsilcileri: A. Breton, L. Aragon, P. Eluard, G. Apollinaire, Soupault.
Bizim edebiyatımızda, şiirde mecazlı anlatıma karşı çıkan ve şiiri “tamamıyla anlamdan ibaret” sayan Garip (Birinci Yeni) şiir topluluğunun (1941) tutumuna bir tepki olarak ortaya çıkan “İkinci Yeni” topluluğunun (1955’ten sonra) şairleri: İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan.
14-Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk): Önce bir felsefî görüş olarak ortaya çıkmış, Fransız düşünür ve romancı J. Paul Sartre’in İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu görüşü benimseyip edebiyata uygulamasıyla bütün dünyaya yayılmıştır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Descartes’ın, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” görüşünden doğmuştur.
b) İnsan, kendi değerlerini kendisi yaratır. c) Dünyada insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan insan özgür olmaya mahkûmdur ve her işinden sorumludur.
c) Egzistansiyalist eserlerde karakter yok, durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır. Davranışlarını seçmekte özgür olan bu insanlar, karşılaştıkları durumlarda yaptıkları işlerle kendi “öz”lerini yaratırlar.
15- Sezgicilik (İntüisyonizm): Bu akıma yön veren düşünceler büyük ölçüde Fransız filozof Henri Bergson’un sezgicilik/ruhçuluk felsefesine dayanır. Materyalizme (maddeciliğe) ve pozitivizme karşı olan, idealist bir yaklaşımdır. Bu anlayışa göre, bilginin asıl kaynağı akıl değil sezgidir. İnsanın sezgi gücünün hayalleri ve duyguları belirlediği, maddenin, varlığın buna bağlı olarak şekillendiği savunulur. “Dış dünya, varlık, madde, eşya” ruhun düşüncenin bir ürünüdür. Sembolist şairlerin, saf şiir anlayışını savunan şairlerin varlığa yaklaşım biçimleri büyük ölçüde sezgici felsefeye dayanır. Belirleyici olan somut varlık değil, şairin duyuş, görüş, düşünüş tarzıdır. Dış dünya, insanın iç dünyasını ifade etmeye yarayan simgeler âlemidir. Dış dünya; düşünceyle, duyguyla, algıyla, rüyayla anlamlandırılabilir. Bu akım edebiyatımıza Cumhuriyet döneminde girmiştir. Türk şiirinde sezgici yaklaşımın en önemli temsilcisi Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Necip Fazıl Kısakürek, Âsaf Halet Çelebi gibi şair ve yazarlar üzerinde de bu anlayışın etkileri vardır.
1-Hümanizm: Felsefede “insancıllık” yani ırk ve din farkı gözetmemek, bütün insanların iyiliğini düşünmek anlamına gelir. Edebiyatta “yeniden doğuş, uyanış” anlamlarındadır. 14. ve 16. yüzyıllarda Yunan ve Latin edebiyatlarını yeni bir sevgi ile geliştirmeye çalışan, Avrupa’da benimsenmiş bir edebiyat akımıdır. İtalya’da doğmuştur. Dante, Petrarca, Boccacio bu akımın İtalya’da en büyük temsilcileri oldular. İtalya’dan sonra hümanizmin en büyük temsilcileri 16. yüzyılda Fransa’da yetişmiştir: “Rabelais, Montaigne, Ronsard gibi”. Hümanizm iki sebepten doğmuştur: Ortaçağ zihniyetine (kilise ve devlet baskısına) duyulan tepki ve klasik Yunan-Latin edebiyatlarına duyulan hayranlık. Hümanizmin temel görüşleri şöyle özetlenebilir:
a) Çok tanrılı devirlere hayranlık b) Yunan-Latin edebiyatına duyulan özlem ve hayranlık
c) Eskiler gibi yazma hevesi ç) Biçim ve üslûba büyük önem verme d) Milli hayattan uzak bir edebiyat oluşumu
e) Eskilerin kullandığı tür ve biçimlerin yanı sıra dünya görüşlerinin ve fikirlerinin de taklit edilmesi
2-Klasizm: 17. yüzyılda Fransa’da gelişmiştir. İlkelerinin belirlenmesinde Fransız eleştirmen Boileau’nun (Bualo) katkısı olmuştur. Başlıca ilkeleri şunlardır:
a) Klasizme göre sanatın üç temeli vardır: Akıl, sağduyu ve tabiat (doğa).
b) Tabiat kavramı “insanın iç dünyası, insanın değişmeyen iç yapı gerçeği” anlamında kullanılmıştır. Bir eser, güzelliğini ve değerini akıldan alır. Sağduyuya yaslanmayan anlatımın estetiği yoktur.
c) Gerçeğin ve “doğa”nın akıl yoluyla incelenmesine önem verilmiştir.
ç) Grek (Eski Yunan) ve Latin edebiyatçıları örnek alınmıştır.
d) Yalnız seçkin ve olgun insanlar ele alınmış, bunların sadece ruhları incelenmiştir.
e) Ahlâki bir amaç güdülmüş, tutkulara gem vurulup erdeme önem verilmiştir.
f) İnsan dışındaki her şey (giysi, dekor, doğal çevre…) ihmal edilmiştir.
g) Eserler seçkin kişilerin konuştuğu dilde yazılmıştır.
ğ) Üslûp süssüz, sade, açık, sağlam ve yapmacıklıktan uzaktır.
h) Eserlerde biçim kusursuzluğuna, mükemmelliğe önem verilmiştir.
I) Konuya değil, konunun işleniş biçimine önem verilmiştir.
Klasizmin başlıca temsilcileri şunlardır:
Pierre Corneille (şair ve oyun yazarı – Le Cid, Horace, Cinna, La Place), Jean Racine (trajedi yazarı – Iphigenia, Athalle, Britanicus, Andromaque), Moliere (komedi yazarı – Tartuffe, Kadınlar Okulu, Kocalar Okulu, Kibarlık Budalası, Cimri, Zoraki Tabip, Gülünç Kibarlar, Bilgiç Kadınlar, Hastalık Hastası), La Fontaine (fabllarıyla ünlüdür), Pascal (filozof – Düşünceler, Taşra Mektupları), Descartes (filozof – Usül Üzerine Nutuk, Metafizik Düşünceler, Aklın Yönetilmesi İçin Kurallar), La Bruyere (Karakterler), Boileau (şair ve eleştirmen – Hicivler, Manzum Mektuplar, Şiir Sanatı), Madame de La Fayette (Princesse de Cleves-psikolojik roman), Fenelon (Telemaque). Bizim edebiyatımızda ise Şinasi.
Klasizm’de tiyatro, “trajedi” ve “komedi” olmak üzere ikiye ayrılır:
Trajedi: Hayatın acıklı yönlerini, kendine özgü kurallarla sahnede göstermek, ahlâk, erdem örneği vermek amacıyla yazılmış manzum tiyatro eserlerine denir. Belli başlı özellikleri ve kuralları şunlardır:
a) Konular tarihten, mitolojiden, efsanelerden ve seçkin kişilerin hayatından alınır.
b) Kişiler tanrı, tanrıça ve soylu kişilerdir. Bunların dil ve söyleyişleri kişiliklerine uygun olarak soyludur. Kötü, bayağı sözler ve söyleyişler yoktur.
c) Dövüşme, yaralama ve öldürme gibi korkunç ve çirkin olaylar sahnede gösterilmez; haber verilir.
ç) Eserler manzum olarak yazılır.
d) Perde yoktur. Eser beş bölüm olarak düzenlenir; bölümler arasında koronun lirik şiirleri yer alır.
e) Üç birlik kuralına uyulur. (Tiyatroda “zaman, yer (mekan) ve ana olay” birliğine denir. Yani bir ana olay, aynı yerde, bir günde geçebilecek şekilde düzenlenir. Buna “üç birlik kuralı” adı verilir.)
Komedi: Hayatın gülünç yönlerini, güldürmek ve düşündürmek amacıyla sahnede yansıtmak için yazılmış tiyatro eserlerine komedi denir. Komedinin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Konu günlük hayattan ve yaşanan olaylardan seçilir.
b) Kişiler halktan ve üst sınıflardan her çeşit insan olabilir. Kişiliklere uygun her türlü söz ve söyleyişe yer verilir.
c) Kişilerin her çeşit davranışları (öldürme, yaralama vb) sahnede geçebilir.
ç) Eserler genellikle beş perde olarak yazılır.
d) Üç birlik kuralına uyulur. e) Komik durumlar ortaya konur.
Komediyi “karakter komedisi, entrika komedisi (vodvil), töre komedisi, satir” gibi çeşitlere ayırmak mümkündür.
3-Romantizm: Klasizme tepki olarak 18. yüzyılda İngiltere ve Almanya’da ortaya çıkmış, Fransa’da gelişmiş bir edebiyat akımıdır. Victor Hugo’nun “Hernani” adlı eseriyle varlığını duyurmuştur.
Romantizmin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Klasik edebiyatın bütün kural ve biçimleri kırılmıştır.
b) Akıl, mantık ve sağduyunun yerine duygu, coşku ve serbest düşünce ön plana çıkmıştır.
c) Yunan ve Latin edebiyatları örnek alınmaktan vazgeçilmiş, eserlerde milli, dini duygulara ve konulara, milli efsanelere geniş yer verilmiş; aşk, tabiat ve ölüm konuları çokça işlenmiştir.
Ç) Şahsi duygular, hayaller ve heyecanlar ön plandadır.
d) “Deha akılda değil, yürektedir.” düşüncesi benimsenmiştir.
e) Sanatçılar olaylar karşısında kendi görüş ve düşüncelerini gizlememişler, bunları okuyucuya yansıtmışlardır.
f) Romantizm bir bakıma milletlerin kendi kültür ve edebiyatlarında kendilerini bulmaları, kendi kimliklerine dönmeleridir.
g) Romantik sanatçılar genelde yalnızlığı seven, duygulu ve melankolik tiplerdir.
ğ) Klasiklerin insanı soyut bir varlık olarak ele almalarına karşılık, romantikler insanı tabiî ve sosyal çevresiyle birlikte ele almışlar, çeşitli tasvirlerle anlatmışlardır.
h) Genel olarak, “sanat toplum içindir” görüşü hakimdir. İnsanın düzeltilmesinden önce toplumun düzeltilmesi gerektiği düşüncesindedirler.
I) Klasik tiyatronun bütün kuralları yıkılmış, tiyatroda “dram” türü ortaya çıkmıştır.
Romantizmin Belli Başlı Temsilcileri
Jean Jeack Rousseau (Fransız-filozof): “Emile, İtiraflar, Sociale”
Goethe(Alman-şair, tiyatro, roman,otobiyografi yazarı): “Faust, Genç Werther’in İtirafları, Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları, Roma Mersiyeleri vb.)
Schiller(Alman-dram şairi): “Haydutlar, Don Carlos, Maria Stuart, Hile ve Sevgi, Wilhelm Tell”
Madamme de Stael(Fransız): “Edebiyata Dair, Almanya’ya Dair”
Chateaubriand(Fransız): “Mezar Ötesinden Anılar, Atala, Rene”
Victor Hugo(Fransız-şair,roman ve dram yazarı): “Sefiller, Cromwell, Hernani, Notre Dame’ın Kamburu…”
George Sand (Fransız kadın romancı): “Mektuplar, Ömrümün Hikâyesi, Valentine, Pembe ve Beyaz”
Alfred de Musset (Fransız-şair ve tiyatro yazarı): “Geceler, Tanrıya Bağlanan Umut, Bir Zamane Çocuğunun İtirafları, İspanya ve İtalya Hikâyeleri”
Aleksandre Dumas (Fransız-romancı): “Üç Silâhşorler, Monte Kristo Kontu”
Lamartine(Fransız-şair ve roman yazarı): “Tefekkürler, Raphael, Graziella”
Lord Byron(İngiliz-şair): “Şilyon Mahpusu, Manfred, Gavur”
Shelley(İngiliz-şair): “Kurtulmuş Promete, Şairin Savunması, Yalnızlığın Ruhu”
Türk edebiyatında; Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Abdülhak Hâmid Tarhan.
4- Realizm: 19. yüzyılda romantizme tepki olarak Fransa’da ortaya çıkan, Gustave Flaubert’in “Madame Bovary” adlı eseriyle öncülük ettiği bir edebiyat akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Gözleme büyük önem verilir. Görülenler olduğu gibi, güzellik ve çirkinlikleriyle anlatılır.
b)Günlük hayatta yaşanan veya yaşanması mümkün olan olay ve durumlar anlatılır. Olağanüstü olay ve kişiler yoktur. Olayların sosyal sebepleri dikkate alınır.
c) Çevrenin insan üzerindeki etkisi dikkate alınarak çevre tasvirlerine büyük önem verilir.
ç) Sanatçılar eserlerinde kendi kişiliklerini gizlerler. Olayları tarafsız bir gözle anlatırlar.
d) Kelimelerin ve cümlelerin yerli yerinde olmasına, üslûbun açık, sağlam ve yapmacıklıktan uzak olmasına önem verilir. e) Sanat, ahlâk dersi verme aracı olarak görülmez.
f) Sade, anlaşılır bir dil kullanılır, anlatımda argoya yer verilmez.
Realizmin belli başlı temsilcileri şunlardır:
Honore de Balzac (Fr.) “Goriot Baba, Vadideki Zambak”
Gustave Flaubert (Fr.) “Madame Bovary, Salammbo”
Stendhal (Fr.) “Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı”
Dostoyevski (Rus) “Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Delikanlı, Ecinniler, Ezilenler, İnsancıklar, Ölü Bir Evden Anılar, Kumarbaz, Budala”
Tolstoy (Rus) “Savaş ve Barış, Diriliş, Anna Karenina, Hacı Murat, Yaşayan Ölü, Karanlığın Kudreti”
Anton Çehov (Rus) “Bozkır, 6. Koğuş, Altı Numaralı Oda, Büyücü Kadın, Üç Hemşire Bir Meçhulün Hikâyesi”
Ernest Hemingway (Amerikalı) “Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Silâhlara Veda, İhtiyar Balıkçı”
Bunlardan başka; Maksim Gorki, Turgenyev, Sholov (Rus), Guy de Maupassant, Alfhonse Daudet (Fr.), Charles Dickens, Eliot, Bronte (İng.), Tomas Mann (Alm.), Mark Twain (Amerikalı).
Türk edebiyatında; Halit Ziya Uşaklıgil, Nabizade Nazım, Samipaşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem, Yakup Kadri, Refik Halit, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Cahit Külebi, Orhan Kemal, Kemal Tahir…
5-Natüralizm: 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. (Natüre, “doğa,tabiat” anlamındadır.) Natüralizmin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Realizme bir tepki değildir. Realizmin kurallarının daha katılaştırılmış bir şekli olarak adlandırılabilir.
b) Realizmdeki gözlemcilik sürdürülmüş, buna ek olarak bilimlerdeki deney yöntemi de sanata aktarılmıştır.
c) Bilimlerin özünü oluşturan “determinizm” kuralı sanatta da savunulmuştur. (Determinizm: Aynı sebepler, aynı şartlar altında aynı sonuçları doğurur.)
ç) Olaylar ve durumlar, bilimsel bir nesnellikle (objektiflikle) ele alınmıştır.
d) Çevre tasvirlerine geniş yer verilmiştir.
e) Sanatçılar eserlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir. İğrenç, bayağı ve çirkin olarak adlandırılabilecek sahnelerin anlatımından çekinilmemiştir.
f) Natüralizmde irsiyet (soyaçekim) de çok önemlidir.
g) Bilimin verilerini sanata da uyguladığı için, natüralist romana “deneysel roman” da denmektedir.
ğ) Realizmden farklı olarak, biçim mükemmelliği yoktur. Eserlerde dağınık bir anlatım görülür.
h) Dil sade, anlatım açık ve yalındır.
ı) Natüralistler, olayların anlatımında tam bir tarafsızlık içindedirler.
i) Eserlerde “savaş, açlık, fakirlik, hastalıklar yüzünden insanların düştüğü durumlar” anlatılır.
Natüralizmin belli başlı temsilcileri şunlardır:
Emile Zola (Fr.) “Germinal, Toprak, Doktor Paskal, Hakikat, Eser, Nana”
Alphonse Daudet (Fr.) “Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri, Jack …”
Guy de Maupassant (Fr.) “Güzel Dost, Bir Hayat, Ölüm Kadar Acı”
Goncourt Kardeşler (Fr.) “Salomon, Journal, Manette, Renee Maperin”
John Steincback (Amerikalı) “Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar, İnci, Bitmeyen Kavga, Cennet Yolu, Uğurlu Perşembe, Ay Battı, Yukarı Mahalle, Alev”
Bizim edebiyatımızda; Nabizade Nazım, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Beşir Fuat”
6-Parnasizm (Şiirde Gerçekçilik): 19. yüzyılda Fransa’da romantizme tepki olarak doğmuştur. Realizmin şiire uygulanmasıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Sanat için sanat anlayışı benimsenmiştir.
b) Şiirde şairin kişiliği gizlenmiş, şiir öznellikten nesnelliğe (subjektiflikten objektifliğe) açılmıştır.
c) Şairler kişisel duyguları ve tutkuları yerine, dış dünyadaki gözlemlerini, değişik doğa görünümlerini nesnel bir tutumla anlatmışlardır.
ç) Yunan-Latin kültür ve mitolojisine yeniden dönülmüştür.
d) Şimdiki zaman yerine geçmiş zaman kişileri ve olayları işlenmiş; tarihin her devrinden, özellikle Hindistan, Mısır, Filistin gibi uzak ülkelerin kültür ve efsanelerinden yararlanılmış, şiire egzotik bir hava getirilmiştir.
e) Felsefî düşünceler, hatta bilim ve fenle ilgili görüşler işlenmiştir.
f) Şiirde biçim mükemmelliğine büyük önem verilmiş; nazım tekniği, nazım biçimi, ölçü ve kafiye üzerinde titizlikle durulmuş, “Kafiye şiirin altın çivisidir.” (Banville) görüşüne inanılmıştır.
g) Dilin ustalıkla kullanılmasına aşırı özen gösterilmiştir.
ğ) Şiirin şekil güzelliği yeterli sayılmış, sosyal konularla ilgilenilmemiştir.
Parnasizm akımının temsilcileri: Banville, Prudhomme, Francois Coppe, Lisle, Heredia, Gautier…
Bizim edebiyatımızda; Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin.
7-Sembolizm (Simgecilik): 19 yüzyılın son çeyreğinde Fransa’da realist şiir (Parnasizm) akımına tepki olarak doğmuş ve daha sonra bütün Avrupa’ya yayılmış bir edebiyat (şiir) akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Şiir gerçeği değil, gerçeğin insan üzerinde bıraktığı etkiyi anlatmalıdır.
b) Anlamın kapalı olmasına ve şiirde iç musikiye önem verilmiştir.
c) Klasik nazım biçimleri yerine serbest nazım biçimleri kullanılmıştır.
ç) Doğrudan doğruya anlatılamayan derin duygularla, heyecanlar birtakım sembollerle anlatılmıştır.
d) Dış dünya ile duyular arasındaki ilişkiyi sezdirmek için kullanılan semboller, hayaller (imgeler) de yetersiz görülerek bazen bilinen kelimelere yeni anlamlar yüklenmiş; unutulmuş, alışılmamış eski kelimeler bulunup ortaya çıkarılmış, hatta birtakım yeni kelimeler uydurulmuş; o zamana kadar alışılmış olan sözdizimleri ve söyleyiş biçimleri bozularak yeni söyleyiş biçimleri icat edilmiştir.
Belli başlı temsilcileri: Charles Baudelaure (Çarls Bodler), Rimbaud, Verlaine, Mallarme, Valery, Regnier.
Bizim edebiyatımızda: Ahmet Haşim, Cenap Şahabettin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas.
8-Empresyonizm (İzlenimcilik): 19. yüzyılda realizme ve natüralizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aslında resim sanatıyla ilgilidir. Fakat edebiyat da bu akımdan etkilenmiştir.
Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Empresyonistler, “Sanat; varlığın kendisini, görünüşünü, özelliklerini değil, kişide bıraktığı izlenimleri anlatmalıdır.” derler.
b) Sanatçılar, kendi iç dünyalarını anlatmaya çalışmışlardır. c) Sembolizmle bağlantılı bir akımdır.
Belli başlı temsilcileri: Gocourt Kardeşler, Rimbaud, Verlaine, Rilke, Hapkins, Joyce.
Bizim edebiyatımızda: Ahmet Haşim.
9-Kübizm : 20. yüzyılda, önce resimde, daha sonra da edebiyatta ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Resimde insanı, hem dış görünüşü, hem de iç dünyasıyla bir bütün olarak kavrayıp geometrik şekiller içinde anlatmaya çalışır. Edebiyatta ise, olaylarla duyguların birbirinden ayrılmadan canlı bir şekilde anlatılmasını amaçlar. Temsilcileri: Reverdy, Costeau, Cendrars.
10- Ekspresyonizm (Dışavurumculuk): 20. yüzyılın başlarında Almanya’da Empresyonizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu akıma göre, “dış dünya bırakılmalı, insanın ruhu konu edilmeli” düşüncesi vardır. Dış dünyadan kaçmak ve insanın özünü, ruhsal durumlarını yansıtmak amaçlanmıştır.
Temsilcileri: Franz Kafka, T. S. Eliot, James Joyce.
11-Fütürizm (Gelecekçilik) : 20. yüzyılın başlarında, İtalyan şair Marinetti’nin öncülüğünde ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Şiirde geleneğe bağlı olan her şey (ölçü, kafiye, nazım biçimleri) atılmalı, serbest nazım kullanılmalıdır.
b) Şiir, her türlü sanayi atılımını ve makineyi, tehlike tutkusunu yüceltmelidir.
c) Üslûp, yeni hayata egemen olan sanayi ve makinenin dinamizmine, “hızın güzelliği”ne uygun olmalı; o güne kadar durgun bir güzelliğin anlatım aracı olan geleneksel dilbilgisi ve sözdizimi kuralları kırılarak, şiirde kelimeler özgür bırakılmalıdır. (Sembolizmin etkileri)
Başlıca temsilcileri: Marinetti, Mayakovski. Türk edebiyatında Nazım Hikmet Ran.
12-Dadaizm (Kural Yıkıcılık): Birinci Dünya Savaşı’nın insanlığa getirdiği büyük felâketin yarattığı umutsuzluk ve isyan duygularından kaynaklanan bir edebiyat akımıdır. 1916’da Romen şair Tristan Tzara’nın öncülüğüyle ortaya çıkar. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Kendilerinden önceki bütün sanat ilkelerini, değerleri reddederek saldırgan bir tavır takınmışlardır.
b) Son derece kötümserdirler, geleceğe inanmazlar.
c) Aklın iflâs ettiğine inanırlar. (Sürrealizme zemin hazırlarlar.)
Başlıca temsilcileri: Tristan Tzara, Breton, Aragon, Eluard, Soupault.
13-Sürrealizm (Gerçeküstücülük): 20. yüzyılda ortaya çıkan bir şiir akımıdır. Şair Breton’un 1924’te yayınladığı “Sürrealizmin Bildirgesi”, bu akımın başlangıcı sayılır (Fransa’da). Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Bilinçaltının karışık ve karmaşık dünyasının sanata aktarılması amaçlanmıştır.
b) Sürrealistler, bilinçaltının sanata uygulanmasında, Freud’un “psikanaliz” görüşünden etkilenmiş ve yararlanmışlardır. c) Varlığımızın bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmayı amaçlamışlardır.
Belli başlı temsilcileri: A. Breton, L. Aragon, P. Eluard, G. Apollinaire, Soupault.
Bizim edebiyatımızda, şiirde mecazlı anlatıma karşı çıkan ve şiiri “tamamıyla anlamdan ibaret” sayan Garip (Birinci Yeni) şiir topluluğunun (1941) tutumuna bir tepki olarak ortaya çıkan “İkinci Yeni” topluluğunun (1955’ten sonra) şairleri: İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan.
14-Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk): Önce bir felsefî görüş olarak ortaya çıkmış, Fransız düşünür ve romancı J. Paul Sartre’in İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu görüşü benimseyip edebiyata uygulamasıyla bütün dünyaya yayılmıştır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Descartes’ın, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” görüşünden doğmuştur.
b) İnsan, kendi değerlerini kendisi yaratır. c) Dünyada insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan insan özgür olmaya mahkûmdur ve her işinden sorumludur.
c) Egzistansiyalist eserlerde karakter yok, durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır. Davranışlarını seçmekte özgür olan bu insanlar, karşılaştıkları durumlarda yaptıkları işlerle kendi “öz”lerini yaratırlar.
15- Sezgicilik (İntüisyonizm): Bu akıma yön veren düşünceler büyük ölçüde Fransız filozof Henri Bergson’un sezgicilik/ruhçuluk felsefesine dayanır. Materyalizme (maddeciliğe) ve pozitivizme karşı olan, idealist bir yaklaşımdır. Bu anlayışa göre, bilginin asıl kaynağı akıl değil sezgidir. İnsanın sezgi gücünün hayalleri ve duyguları belirlediği, maddenin, varlığın buna bağlı olarak şekillendiği savunulur. “Dış dünya, varlık, madde, eşya” ruhun düşüncenin bir ürünüdür. Sembolist şairlerin, saf şiir anlayışını savunan şairlerin varlığa yaklaşım biçimleri büyük ölçüde sezgici felsefeye dayanır. Belirleyici olan somut varlık değil, şairin duyuş, görüş, düşünüş tarzıdır. Dış dünya, insanın iç dünyasını ifade etmeye yarayan simgeler âlemidir. Dış dünya; düşünceyle, duyguyla, algıyla, rüyayla anlamlandırılabilir. Bu akım edebiyatımıza Cumhuriyet döneminde girmiştir. Türk şiirinde sezgici yaklaşımın en önemli temsilcisi Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Necip Fazıl Kısakürek, Âsaf Halet Çelebi gibi şair ve yazarlar üzerinde de bu anlayışın etkileri vardır.
TÜRK EDEBİYATI DERS NOTLARI LİSE 1
TÜRK EDEBİYATI DERS NOTLARI LİSE 1
TÜRK EDEBİYATININ ANA DEVİRLERİ
1- İslâmiyetten Önceki Türk
Edebiyatı: Bu dönem, Türk
edebiyatının doğuşundan 10. yüzyıl sonlarına kadar devam eder. Bu dönemdeki
edebî ürünler iki grupta toplanır:
a)
Sözlü Ürünler (sav, sagu, koşuk, destan) b)
Yazılı Ürünler (Göktürk Yazıtları-Orhun Abideleri, Yenisey Kitabeleri)
2- İslâmiyetin Etkisinde Gelişen Türk
Edebiyatı: Bu dönem, Türklerin
İslâm dinini kitleler halinde kabul etmesinden sonra aşağı yukarı 11. yüzyılda
başlar ve 19. yüzyıl sonlarına kadar devam eder. Hatta belli ölçülerde günümüze
kadar uzanır. Bu dönem Türk edebiyatı kendi içinde ikiye ayrılır: a) Halk
Edebiyatı b) Divan Edebiyatı (Klasik Edebiyat)
a)
Halk Edebiyatı: Genel olarak halkın içinden yetişmiş şair ve yazarların
oluşturduğu edebiyattır. Halk edebiyatı kendi içine üç bölümde incelenir:
1)
Anonim Halk Edebiyatı (mani, türkü, bilmece, atasözü, tekerleme, ninni, masal
vb.)
2)
Âşık Tarzı Türk Edebiyatı (Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Âşık Veysel vb. –
koşma, güzelleme, koçaklama, ağıt, destan, taşlama, semaî vb.)
3)
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı (Tekke Edebiyatı): (Yunus Emre, Hacı Bayram Velî,
Hacı Bektaş Velî, Kaygusuz Abdal, Pîr Sultan Abdal vb. – ilâhî, nefes, deme,
şathiye vb.)
b)
Divan Edebiyatı (Klasik Türk Edebiyatı): Bu edebiyat aşağı yukarı 13. yüzyılda
başlamış, 19. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Klasik edebiyatımızın ilk
temsilcisi Hoca Dehhani, önde gelen temsilcileri ise; Fuzulî, Bakî, Nefî,
Şeyhî, Şeyh Galip, Nâbî, Nedim gibi şairlerdir. (gazel, kaside, mesnevi,
terkib-i bent, terci-i bent, murabba vb.)
3- Batı Etkisinde Gelişen Türk
Edebiyatı: Bu edebiyatın
başlangıcı olarak, 1860 yılında “Tercüman-ı Ahvâl” gazetesinin yayın hayatına
girmesi kabul edilmektedir. Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatı kendi içinde
şu alt dönemlere ayrılır:
a)
Tanzimat Edebiyatı (1-2 )
b)
Servet-i Fünûn Edebiyatı (Edebiyat-ı Cedîde)
c)
Fecr-i Âti Edebiyatı
ç)
Millî Edebiyat
d)
Millî Mücadele devri edebiyatı
e)
Cumhuriyet devri Türk edebiyatı
1)
1923–1940 arası Türk edebiyatı
2)
1940 sonrası Türk edebiyatı (Son Dönem Türk Edebiyatı)
EDEBİYATTA İFADE TARZLARI
İnsanlar; duygu, düşünce, istek
ve hayallerini, olayları, yazının olmadığı veya yaygın olarak kullanılmadığı
çağlarda sözlü olarak ifade etmişler, yazının bulunması veya yaygın olarak
kullanılmaya başlanmasıyla da bunları yazıya geçirmişlerdir. Yani milletlerin
ilk edebî verimleri sözlü ürünlerdir. İnsanlar duygu ve düşüncelerini yazılı
olarak da iki şekilde ortaya koymuşlardır: Nesir (düzyazı) ve nazım (şiir)
şeklinde.
Edebiyat: Olay, duygu, düşünce, durum ve hayallerin söz veya
yazı ile güzel ve etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır.
Edebî Eser: Bir milletin, bir ülkenin, bir dönemin ve çağın;
insanda güzellik duygusu uyandıran, düşünce yaratan, heyecan uyandıran; güzel,
değerli, kalıcı sözlü ve yazılı edebiyat ürünlerinin hepsine verilen isimdir.
Nesir: Duygu, düşünce, istek ve olayları, dil kurallarına
uygun olarak cümle ve paragraflar halinde anlatan söz ve yazılara denir.
Cümle: Kelime ve kelime gruplarından oluşan, bir yargı
bildiren anlatım öğesidir.
Paragraf: Nesirde; duygu, düşünce, istek ve olayların bir düzen
içinde anlatılmasına yarayan bölümlerin her biridir.
Üslûp: Şair ve yazarların kendilerine özgü söyleyiş ve
anlatış özelliklerine denir.
NOT:
Her düzyazı; “giriş, gelişme ve sonuç” olmak üzere üç ana bölümden meydana
gelir. Giriş bölümünde konuya genel bir giriş yapılır. Gelişme bölümünde konu
çeşitli örnekler ve karşılaştırmalarla açılır, genişletilir. Sonuç bölümünde
de, anlatılanlar bir yargıya ve sonuca bağlanır. Giriş, gelişme ve sonuç
bölümlerine, “serim, düğüm ve çözüm” de
denir.
Nazım: Ölçülü ve kafiyeli mısra kümeleriyle kurulan sözlü ve
yazılı anlatım şekillerine denir.
Nazım Birimi: Şiirde ve manzum eserlerde, anlam bütünlüğü taşıyan
en küçük parçaya denir. Halk şiirinin nazım birimi genellikle dörtlük, divan
şiirimizin nazım birimi ise genellikle beyit (ikilik)tir.
Beyit: Divan şiirimizde, anlam bütünlüğü taşıyan ve ikişer
mısradan oluşan bölümlere verilen addır.
Mısra (Dize): Şiirde ve nazımda her satıra verilen addır.
Ölçü (Vezin): Mısralarda hece sayısına (hece ölçüsü) veya hecelerin
açık kapalı oluşuna (aruz ölçüsü) dayanan bir ahenk unsurudur.
ŞİİR BİLGİSİ – KAFİYE (Uyak)
Kafiye: Şiirde; mısra sonlarındaki, yazılışları aynı, anlamları
farklı olan seslerin veya kelimelerin benzerliğine denir.
Redif: Mısra sonlarındaki benzeşen sesler veya kelimeler,
anlam bakımından da aynı ise, bu ses veya kelime benzerliğine redif denir.
Kafiye Çeşitleri
1) Yarım Kafiye: Mısra sonlarındaki ses benzerliği bir tek sesten
oluşuyorsa bu çeşit kafiyelere yarım kafiye denir.
Senin
yazın kışa benzer Aşkın âşıklar öldürür Ecel büke belimizi
Bir
sevdalı başa benzer Aşk denizine daldırır Söyletmeye dilimizi
Çok
içmiş sarhoşa benzer Tecelli
ile doldurur Hasta
iken halimizi
Duman
eksilmeyen dağlar Bana seni
gerek seni Soranlara selâm
olsun
2) Tam Kafiye: Mısra sonlarındaki ses benzerliği iki sesten
oluşuyorsa, bu çeşit kafiyelere tam kafiye denir.
Yağız
atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı Uçun kuşlar uçun doğduğum
yere,
Bir
dakika araba yerinde durakladı
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Neden
sonra sarsıldı altımda demir yaylar Ormanlar koynunda bir serin
dere,
Gözlerimin
önünden geçti kervansaraylar Dikenler içinde sarı gül
vardır.
Başka
sanat bilmeyiz, önümüzde dururken
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Yazılmamış
bir destan gibi Anadolumuz Gökten
ecdad inerek öpse, o pak alnı değer.
Arkadaş,
biz bu yolda türküler tuttururken
Sana
uğurlar olsun, ayrılıyor yolumuz.
3) Zengin Kafiye: Mısra sonlarındaki ses benzerliği üç ve daha fazla
sesten oluşuyorsa bu tür kafiyelere zengin kafiye denir.
Can
bedenden ayrılacak Çocuk
gönlüm kaygılardan azade İt,
işte önünde kapım aralık
Tütmez
baca yanmaz ocak Yüzlerde
nur, ekinlerde bereket Oda, bıraktığın gün kadar ılık
Selâm
olsun kucak kucak At
üstünde mor kâküllü şehzade
Dostlar
beni hatırlasın Unutmaya başladığım memleket
4) Tunç Kafiye: İkilik, üçlük veya dörtlüğü oluşturan mısralardan
birinin sonundaki kelime bir diğer mısranın sonundaki kelimenin içinde aynen
geçiyorsa bu çeşit kafiyeye tunç kafiye denir.
Yalnız
senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek Serpilmeye başladı bir yağmur
ince ince
Bizim
diyarımız da bin bir baharı saklar Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Kolumuzdan
tutarak sen istersen bizi çek
Ey sabah, ey yeni
günün eşiği
İncinir
düz caddede, dağda gezen ayaklar Ey ışık! Zamanın, günün beşiği
5) Cinaslı Kafiye: İkilik, üçlük veya dörtlüğü oluşturan mısralardan
birinin sonundaki kelime, bir başka mısranın sonunda farklı anlamda
kullanılmışsa bu tür kafiyelere cinaslı kafiye denir. Cinaslı kafiye daha çok
manilerde görülür.
Niye
kondun a bülbül Şu göğsüne taktığın Güle naz güle naz
Dalımdaki
asmaya Gülü ver bana gülü ver Bülbül eyler güle naz
Ben
yârimden ayrılmam Yeter
kaşın çattığın Girdim bir dost bağına
Götürseler
asmaya Gülüver bana gülüver Ağlayan çok gülen az
Dönülmez
akşamın ufkundayım vakit çok geç Kalem böyle çalınmıştır yazıma
Bu
son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç Yazım kışa uymaz kışım yazıma
Kafiyeyle İlgili Not: Mısra sonlarında kafiyeli sesler arasında uzun ünlü
(â,î,û) varsa, bunlar “iki ses” olarak kabul edilir.
Kim
bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ
Şühedâ
fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ
Cânı,
cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ
Etmesin
tek vatanımdan beni dünyada cüdâ
Redif: Kandilli yüzerken uykularda
Mehtabı sürükledik sularda
Kafiye ve Redifle İlgili Not: Mısra sonunda önce redif aranır. Redif yoksa veya redif
bulunduktan sonra kafiye aranır. Mısra sonlarında hem redif hem kafiye
bulunabileceği gibi; sadece redif veya sadece kafiye de bulunabilir.
KAFİYE SİSTEMLERİ
Kafiye
örgüsü, kafiye düzeni, kafiye dizilişi veya kafiye şeması olarak da
adlandırılmaktadır. Başlıca üç çeşidi vardır.
1- Düz Kafiye: İkilik, üçlük veya dörtlüklerden oluşan şiirlerde;
ikiliği, üçlüğü veya dörtlüğü oluşturan mısralar birbirleriyle kafiyeli ise bu
kafiye sistemine düz kafiye denir.
_______a _______a _______a
_______a _______a _______a
_______a _______a
_______a
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; a
Sönmeden yurdumun üstünde tüten
en son ocak. a
O benim milletimin yıldızıdır,
parlayacak; a
O benimdir, o benim
milletimindir ancak. a
2- Çapraz Kafiye: Dörtlüklerden oluşan şiirlerde, dörtlüğün birinci
mısrası ile üçüncü mısrası, ikinci mısrası ile de dördüncü mısrası birbiriyle
kafiyeli ise bu çeşit kafiye sistemine çapraz kafiye denir.
_______a Çocuk gönlüm kaygılardan azâde, a
_______b Yüzlerde nur, ekinlerde bereket, b
_______a At üstünde mor kaküllü şehzâde; a
_______b Unutmaya başladığım memleket. b
3- Sarmal (Sarma) Kafiye: Dörtlüklerden oluşan şiirlerde, dörtlüğün birinci
mısrası ile dördüncü mısrası, ikinci mısrası ile üçüncü mısrası birbiriyle
kafiyeli ise bu çeşit kafiye sistemine sarmal kafiye denir.
_______a Kimi vakit, kimi adam öldürür a
_______b Adam var ikisini de beceremez b
_______b Yaşar da ot gibi bana mısın demez b
_______a İçin için kinle-hasetle çürür a
ŞİİR ÇEŞİTLERİ
1- Epik Şiir: Yiğitlik, kahramanlık, vatan sevgisi gibi konuları
işleyen şiir türüdür.
2- Lirik Şiir: Duygu ve düşüncelerin coşkulu bir dille anlatıldığı
şiir türüdür. Lirik şiirde; sosyal mutluluk veya felaketlerden duyulan acı gibi
ortak duygular, aşk, ayrılık, özlem, ölüm acısı gibi bireysel duygular
anlatılır.
3- Didaktik Şiir: Bilim, sanat, felsefe, din, dil, ahlâk, kültür gibi
konularla ilgili temel ilke ve kuralları öğretmek, insanlara bilgi vermek
amacıyla yazılan şiir türüdür. Didaktik şiire öğretici şiir de denir.
4- Pastoral Şiir: Kır ve çoban hayatını, tabiat güzelliklerini anlatan
şiir türüdür. Bu tür şiirlerde sakin, temiz ve masum kır hayatının tadını
duyurmak amaçlanır. Bunlar, her türlü gösteriş ve yapmacıklıktan uzak, sade bir
üslupla yazılır. Pastoral şiirin iki çeşidi vardır: İdil ve Eglog.
5- Dramatik Şiir: Acıklı veya korkunç bir konuyu anlatan şiirler, opera
için yazılan manzum dramlardaki şiirler ve tiyatro eserlerinde yer alan şiirler
bu türe girer.
6- Yergi Şiiri: Kişilerin veya toplumun eksik, aksak ve yanlış
yönlerini, kusurlarını, gülünçlüklerini iğneli ve alaylı bir dille anlatan şiir
türüdür. Bu tür şiirlere halk edebiyatında “taşlama”, divan edebiyatında ise
“hiciv” veya “hicviye” denir. Bu türün Batı edebiyatındaki adı ise “satir” veya
“satirik şiir”dir.
İSTİKLÂL MARŞIMIZIN AÇIKLAMASI
BİRİNCİ KITA: Şair bu kıtada Türk milletine sesleniyor ve diyor ki:
“Ey milletim endişelenme! Yurdumun üzerinde bacası tüten en son ocak da
sönmeden, yıkılmadan (son kişi de şehit olmadan), şafak kızıllığı içinde bir
alev gibi dalgalanan, yüzen al bayrak indirilemez. O bayrak, milletimin daima
parlayan yıldızıdır, kuvvetinin ve kudretinin sembolüdür. O bayrak sadece
benimdir, yani benim milletimindir. Başka hiçbir varlık ona sahip olamaz.” Şair
bu kıtada kendini, Türk milletiyle özdeşleştiriyor.
İKİNCİ KITA: Bu kıtada bayrağa sesleniş var. Şair bayrağa
seslenerek; “Ey nazlı hilâl, senin yoluna canımı kurban edeyim, ne olur
kaşlarını çatma, yüzünü asma! Bu öfken, bu hiddetin nedendir? Tarihi kahramanlıklarla
dolu olan milletime artık gülümse. Yoksa, asırlardır senin uğrunda savaşırken
toprağa dökülen kanlarımız sana helâl olmaz. Zira yalnızca Allah’a kulluk eden
milletimin, O’ndan başka hiçbir güce boyun eğmeyen milletimin, bağımsızlık
hakkıdır.” diyor.
ÜÇÜNCÜ KITA: Üçüncü ve dördüncü kıtalarda da şair kendini Türk
milletiyle özdeşleştiriyor. Milletinin ağzından seslenerek; “Ben, tarihin ilk
devirlerinden beri bağımsız olarak yaşamış bir milletim. Bundan sonra da,
bağımsız olarak yaşamaya devam edeceğim. Beni esir etmeye kalkışacak olanlar
olsa olsa çıldırmış olanlardır. Onların akıllarına ve bu düşüncelerine şaşarım.
Kükreyerek coşkun akan bir ırmak gibiyim, önümü kesmek isteyen engelleri yıkar
geçerim. Hatta dağları dahi parçalar, uçsuz bucaksız denizlere bile sığmam
taşarım.” diyor. Şair burada, “yırtarım dağları” derken, Ergenekon Destanı’nda
Türklerin dağı eritip delerek Ergenekon’dan çıkışlarını da akla getiriyor.
DÖRDÜNCÜ KITA: Şair bu kıtada; “Batı (Avrupa), bilim ve teknik
alanında ne kadar gelişmiş olursa olsun, bizim de buna karşılık, ‘iman dolu
göğüs’e benzeyen sınır boylarımız var. Yani sınırlarımızda, yüreği iman
ateşiyle yanan Mehmetçiklerimiz var. Bırak, o adına “medeniyet, uygarlık”
denilen tek dişi kalmış canavar, yani Batı, ulusun –kurt uluması gibi- dursun.
Onun, böyle güçlü bir imanı boğmaya gücü yetmez.” diyor. NOT: Buradaki “ulusun”
kelimesi “yücesin, büyüksün” anlamında değildir.
BEŞİNCİ KITA: Bu kıtada şair, Türk milletinin tek tek bütün
fertlerine sesleniyor: “Arkadaş, vatanıma alçakları, düşmanları sakın sokma. Bu
uğurda gerekirse gövdeni (vücudunu) siper et, (Çanakkale’de yaptığın gibi)
etten kemikten duvarlar ör; ama bu utanmazca saldırıları durdur. Zira Allah’ın
sana vadettiği, geleceğini müjdelediği o mutlu günler, güzel günler mutlaka
gelecektir. Hatta o günlerin gelmesi artık belki de çok yakındır.” Âkif bu
kıtada millete büyük bir moral veriyor.
ALTINCI KITA: Şair altıncı kıtada, bilhassa yetişmekte olan genç
nesillere ve gelecek nesillere sesleniyor. Onlara; “Üzerinde dolaştığın,
serbestçe gezindiğin bu yerleri basit bir toprak parçası olarak görme. Bu vatan
topraklarını iyi tanı, bu toprakların nasıl vatan haline geldiğini iyi öğren.
Toprağın altında kefensiz olarak yatan binlerce şehidi düşün. Sen; vatanı,
milleti ve kutsal değerleri için şehit düşmüş insanların çocuğusun. Bu vatan
topraklarının değerini bilmeyen kişi durumuna düşerek şehit atalarını incitme.
Sana, karşılığında dünyanın bütün zenginliklerini de verseler, sen bu cennet
vatanı kimselere verme.” diyor.
YEDİNCİ KITA: Şair bu dörtlükte de vatan sevgisi üzerinde duruyor.
“Her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış, adeta sıksan şehit kanı fışkıracak
bu topraklar, bu cennete benzeyen vatan için kim kendini fedâ etmez.” diyor.
Allah’a da seslenerek; “Canımı, sevdiklerimi, bu dünyada neyim var neyim yoksa
hepsini alsın ama yeter ki beni bu dünyada vatanımdan ayrı koymasın.” diyerek
yalvarıyor.
SEKİZİNCİ KITA: Sekizinci kıtada şair yine Allah’a yalvararak;
“İlâhi, -Ya Rab- ruhumun senden bir tek emeli, isteği var. Mabetlerimizin,
ibadethanelerimizin göğsüne yabancı eli değmesin. (Vatan topraklarımıza düşman
ayağı basmasın.) Bir de, şehadetleri (kelime-i şehadet) dinin temeli olan bu
ezanlar sonsuza kadar yurdumun üstünde, göklerinde inlesin, okunsun.” diyor.
DOKUZUNCU KITA: Şair bu kıtada da, Allah’a sesleniyor ve “Eğer
sekizinci kıtadaki dileklerim gerçekleşirse, işte o zaman mezar taşım da
yeryüzünde hâlâ duruyorsa, coşkuyla, sevinçle sana binlerce defa secde eder,
yerlere kapanır. Bu sevinç dolayısıyla yaralarımdan kanlı yaşlar boşanır ve
cesedim adeta soyut bir ruh gibi yerden fışkırır ve bu sevinçle başım belki de
yükselerek gökyüzüne değer.” diyor.
ONUNCU KITA: Son kıtada şair yine bayrağa sesleniyor. “Şafak vakti
nasıl ufukta adeta kızıl dalgalanmalar oluyorsa, sen de kırmızı renginle,
şanınla şerefinle dalgalan. Artık senin uğrunda döktüğümüz (akıttığımız)
kanların hepsini helâl ediyoruz. Bundan böyle sen de, milletim de sonsuza kadar
var olacaksınız. Zira tarih boyunca hep hür yaşamış, hürriyet içinde dalgalanmış
bayrağımın bundan sonra da hür olmak hakkıdır. Yine, yalnızca Allah’a tapan,
O’na kulluk eden, başka hiçbir kuvvete boyun eğmeyen milletimin de bağımsız
olmak, bağımsız olarak yaşamak hakkıdır.” diyor.
EDEBÎ SANATLAR
Mecaz: Kelimelerin, gerçek anlamlarının dışında, başka bir anlamda
kullanılması sanatıdır.
“Ali,
bahçedeki gıcır gıcır bisikleti görünce havalara uçtu.” “Bu mevsimde Erzurum
çok serttir.”
Mecaz-ı Mürsel (Ad Aktarması): Bir sözün, benzetme amacı taşımaksızın kendi
anlamının dışında bir anlamda kullanılması sanatıdır. “Bu sesle Anadolu
ayağa kalktı.” “Öyle acıkmıştım ki, tam üç tabak yedim.”
NOT: Mecaz-ı mürsel sanatında “iç-dış, parça-bütün, eser-yazar vb.”
ilişkisi vardır.
Teşbih (Benzetme) : Aralarında ortak özellik bulunan iki varlıktan birini
diğerine benzetme sanatıdır. Zayıf olan güçlü olana benzetilir. Teşbihin ana
unsurları; “benzeyen” ve “kendisine benzetilen”, yardımcı unsurları ise,
“benzetme yönü” ile “benzetme edatı”dır. “Altın gibi sarı başaklar rüzgârda
sallanıyordu.” “Faik, kedi gibi çevik bir çocuktur.”
Teşbih-i Beliğ (Güzel Teşbih): Teşbihin yalnızca temel öğeleriyle (benzeyen ve
kendisine benzetilen) yapılan benzetmedir. “Yağmurdan sonra altın başaklar
toprağa gülümsüyordu.” “hilâl kaş, selvi boy, kömür göz”
İstiare (İğretileme): Benzetmenin temel unsurlarından yalnızca biriyle
yapılan benzetme sanatıdır.
Açık İstiare: Benzetmenin temel öğelerinden yalnız “kendisine
benzetilen” ile yapılan istiaredir.
“Havada
bir dost eli okşuyor tenimizi.” “dost eli”: kendisine benzetilen
“rüzgâr”: benzeyen
Kapalı İstiare: Benzetmenin temel öğelerinden yalnız “benzeyen” ile
yapılan benzetme sanatıdır.
“Çukurova
bayramlığın giyerken” “Çukurova”: benzeyen
“insan”: kendisine benzetilen
Temsilî İstiare: Benzetmenin bütün bir şiire yayılması sanatıdır.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “AT” şiiri.
Teşhis (Kişileştirme): İnsan dışındaki varlıklara insan özelliği verme
sanatıdır. Teşhis, kendisine benzetileni “insan” olan bir kapalı istiaredir. “Çatma
kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl”
İntak (Konuşturma): Bir varlığa hem insan özelliği verip hem de onu
konuşturma sanatıdır.
“Ey
benim sarı tamburam / Sen ne için inilersin / İçim oyuk derdim büyük / Ben
anınçün inilerim”
Tevriye: Bir kelimenin birden fazla anlama gelebilecek şekilde
kullanılması sanatıdır.
“Bâki
çemende hayli perişan imiş varak / Benzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan”
Tekrir (Yineleme, Tekrar): Anlatıma güç katmak amacıyla, aynı kelimenin birden
çok sayıda kullanılması sanatıdır.
“Kimsesiz
bir kimse olmaz kimsenin var kimsesi / Kimsesiz kaldım cihanda kimsesizler
kimsesi” “Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri /
Süleyman kuş dilin bilir diyorlar / Süleyman var Süleyman’dan içeri”
Aliterasyon: Aynı seslerin (ünsüzlerin) bir mısra, beyit veya
dörtlükte fazla sayıda kullanılması sanatıdır. Söz gelimi, “tekrir” sanatında
verilen örneklerde; “k,m,s,b,n,ç,r,d” gibi seslerin çokça geçmesi gibi.
Asonans: Aynı seslerin (ünlülerin) bir mısra, beyit veya
dörtlükte fazla sayıda kullanılması sanatıdır. Söz gelimi, “tekrir” sanatında
verilen örneklerde, “i,e,ü,a”gibi seslerin çokça geçmesi gibi.
Mübalâğa (Abartma): Bir şeyi olduğundan “çok fazla, çok büyük” veya “çok
az, çok küçük” gösterme sanatıdır.
“Uçtuk
Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle” “Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ”
Tezat (Zıtlık): Aynı varlığın birbirine zıt iki yönünü bir arada
ifade etme veya birbirine zıt varlık veya kavramlar arasında ilgi ve benzerlik
kurma sanatıdır. “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i
aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”
Telmih (Akla Getirme, Hatırlatma): Çoğunluğa mal olmuş yani pek çok kimse tarafından
bilinen bir olayı, bir durumu; söz arasında, okuyucu tarafından küçük bir
dikkatle fark edilebilecek şekilde hatırlatma sanatıdır.
“Gökyüzünde
İsa ile / Tur dağında Musa ile / Elindeki âsâ ile / Çağırayım Mevlâm seni”
Tenasüp (Çağrıştırma): Birbiriyle ilgili, birbirini çağrıştıran kelimelerin
aynı mısra, beyit veya dörtlük içinde kullanılması sanatıdır. “Aşk derdiyle
hoşem el çek ilâcından tabip / Kılma derman kim helâkim zehri
dermanındadır”
Hüsn-ü
Talil (Güzel sebebe dayandırma): Sebebi bilinen bir olayı daha güzel bir
sebebe dayandırarak anlatma sanatıdır.
“Salındı
bahçeye girdi / Çiçekler selâma durdu / Mor menekşe boyun eğdi / Gül kızardı
hicabından”
Tecahül-i Ârif (Bilip de bilmezlikten
gelme): Şairin, bir olayın ya da
durumun sebebini bildiği halde bilmezlikten gelmesi sanatıdır. Bu sanat
genellikle hüsn-ü talil sanatıyla bir arada bulunur.
İstifham (Sorgulama): Şairin, sebebini veya cevabını bildiği bir konuyu
soruya dönüştürmesidir.
“Beni
candan usandırdı cefadan yâr usanmaz mı / Felekler yandı âhımdan muradım şemi
yanmaz mı”
Kinaye (Dolaylı anlatım): Bir gerçeğin kapalı bir şekilde, dolaylı olarak
anlatılması; söylenen sözün gerçek anlamıyla da doğru olması; fakat mecaz
anlamının kasdedilmesi sanatıdır. “Şu karşıma göğüs geren / Taş bağırlı
dağlar mısın”
Dolaylama: Tek kelime ile anlatılabilecek bir sözün daha fazla
sayıda kelimeyle anlatılması sanatıdır.
“arslan”:
ormanın kralı “kaleci”: file bekçisi
Nidâ (Seslenme): Herhangi birine veya bir varlığa seslenme sanatıdır.
“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!”
Tariz (İğneleme): Söylenen sözün tam tersi olan anlamı kasdetme
sanatıdır. “Bakıyorum da bütün işleri bitirmişsin”
Tecrit (Soyutlama): Şairin, bir başkasından bahsediyormuş gibi bir
ifadeyle kendinden bahsetmesidir.
“Fuzûlî
rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvadır / Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan
usanmaz mı”
Cinas: Bir kelimenin veya kelime gurubunun bir ikilikte veya dörtlükte farklı
anlamda kullanılmasıdır.
“Ak
koyun kara koyun / Memesi yara koyun /
Ben gurbette ölürsem / Adımı dertli koyun”
İrsal-i Mesel: Düşünceyi bir atasözü ile pekiştirme veya atasözü
yardımıyla anlatma sanatıdır.
“Balık
baştan kokar bunu bilmemek / Seyranî gafilin ahmaklığından”
Sehl-i Mümteni: Söylenmesi kolay gibi görünen bir sözün aslında zor
söylenen bir söz olmasıdır.
“Zannetme
ki şöyle böyle bir söz / Gel sen dahi söyle böyle bir söz”
Terdid
(Beklenmezlik): Sözü beklenmedik bir şekilde
bitirme sanatıdır.
“Hem
kötüyüm, karanlığım biraz çirkinim / Aysel git başımdan seni seviyorum”
Akis
(Yansıtma):
Anlamlı bir ifadenin, bir dize içinde
ters çevrilerek yine anlamlı bir ifadeye dönüştürülmesi sanatıdır.
“Öpsem
seni doyunca doyunca seni öpsem / Öpsem dimesem n’ola n’ola dimesem öpsem”
Leff
ü Neşir (Oranlama): Bir beyitin ilk mısrasında geçen
bazı kelimelerle anlam ilgisi bulunan başka bazı kelimelerin, ilk mısradaki
sıralamaya uygun olarak ikinci mısrada yer alması sanatıdır.
“Sakın
bir söz söyleme, yüzüme bakma sakın / Sesini duyan olur, sana göz koyan olur”
Rücu: Sözün gücünü artırmak amacıyla önce söylenenlerden
caymış, geri dönmüş gibi yapma sanatıdır.
HALK EDEBİYATI
Halk edebiyatı, edebiyatımızın doğuşu ile başlar ve
kesintisiz bir şekilde günümüze kadar ulaşır. Halk edebiyatının genel
özellikleri şunlardır:
a)
Bu edebiyat içinde eser veren şair ve yazarlar, şiirlerinde ve düzyazı
türündeki eserlerinde sade, halkın anlayacağı bir dil kullanmışlardır.
b)
Şiirlerinde nazım birimi olarak dörtlüğü kullanmışlardır.
c)
Şiirlerinde ölçü hece ölçüsüdür. Genellikle; yedili, sekizli ve on birli hece
ölçüsü kullanılmıştır.
ç)
Şiirler genellikle kafiyeli olarak söylenmiş ve yazılmıştır. Daha çok yarım
kafiye kullanılmıştır.
d)
Genel olarak aşk, sevgi, tabiat güzellikleri, yiğitlik, kahramanlık, hasret,
acı gibi konular işlenmiştir.
e)
Şairler, şiirlerinin son dörtlüğünde adlarını veya mahlâslarını (takma
adlarını) geçirirler.
Türk
Halk edebiyatı kendi içinde üçe ayrılır:
1)
Anonim halk edebiyatı (türkü, mani, ninni, tekerleme, masal, bilmece, atasözü
vb.)
2)
Tasavvuf (Tekke) edebiyatı ( ilâhî, şathiye, devriye, nefes, deme, nutuk vb.
Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Kaygusuz Abdal, Pîr Sultan
Abdal vb.)
3)
Âşık edebiyatı ( koşma, güzelleme, koçaklama, taşlama, destan, semai, varsağı –
Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Erzurumlu Emrah, Ercişli Emrah, Âşık Veysel
Şatıroğlu, Âşık Yaşar Reyhani, Âşık Şeref Taşlıova, Âşık Sümmani, Karslı Murat
Çobanoğlu vb.)
1- Anonim
Halk Edebiyatı Nazım Türleri
Türkü: Türkü, anonim halk edebiyatının en çok sevilen, en
yaygın söylenen türlerindendir. Türkülerde olağanüstülükler yoktur. Yaşanmış
bir olay üzerine yakılırlar. Bireysel
özellik taşırlar. Yani, “bir kişinin” duygularını dile getirirler. Türkülerde,
yaşanan olayın, türküyü yakan kişide bıraktığı etkiler dile getirilir.
Kendilerine özgü bir ezgiyle söylenirler. Mani ve koşmalar içine, ezgilerinin
değişmesiyle türküye dönüşenleri de vardır. Genellikle sekizli ve on birli hece
ölçüsüyle söylenirler. Türkülerde, “tabiat, sevgi, hasret ve güzellik”
konularıyla acıklı konular işlenir.
Türküler şekil olarak “bentlerle” (hanelerle), bunlar
arasındaki kavuştaklardan (nakaratlardan, ayaklardan) meydana gelir. Genel
olarak bentler üçer, kavuştaklar ikişer mısradan oluşmakla birlikte bu sayılar
artıp eksilebilir. Yine genel olarak bentleri oluşturan mısralar kendi
aralarında, kavuştakları oluşturan mısralar da kendi aralarında kafiyelidir.
Fakat bu kafiye sistemi sabit olmayıp değişebilir.
Çoban türkülerine “kayabaşı”, dokunaklı bir ezgi ile
söylenenlere “ezgi”, Varsak boyunun türkülerine “varsağı”, Türkmen türkülerine
“türkmani” denir. Türküler, bentlerindeki mısra sayılarına göre de “üçleme,
dörtleme, beşleme” gibi isimler alır.
Mani: Mani, anonim halk edebiyatı ürünlerindendir. Tek bir
dörtlükten oluşur. Yedili hece ölçüsüyle söylenmişlerdir. Birinci, ikinci ve
dördüncü mısraları birbiriyle kafiyeli üçüncü mısraları serbesttir. (aaxa)
Ancak az da olsa, “aaab” veya “abcd” şeklinde kafiyelenmiş maniler de görülür.
Yine yedili hece ölçüsünden başka, “dörtlü, beşli, sekizli ve on birli” hece
ölçüsüyle söylenmiş maniler de bulunmaktadır. Manilerde ilk iki mısra doldurma
mısralardır. Asıl anlatılmak istenen duygu ve düşünce üçüncü ve dördüncü
mısrada anlatılır. Aşk, tabiat ve toplum konuları manilerde iç içedir. Ayrıca
konusu “Ramazan” olan maniler de vardır.
Bazı manilerin birinci mısraları yedi heceden azdır.
Bu tür manilere “kesik mani” adı verilir. Bunların mısra sayısı da dörtten
fazla olabilir. Kesik manilere “ayaklı mani” de denir. Maniye; Güney ve Doğu
Anadolu bölgelerimizle, Irak Türkleri arasında “hoyrat” (hoyrat), Azerbaycan
Türkleri arasında ise “bayatı” adı verilir. Ayrıca, sahibi belli olan maniler
de vardır. Bu manilerin son mısralarında şairin adı veya mahlâsı (takma adı) geçer.
Mani söyleyen kişilere, “manici, mani atıcı, mani yakıcı” gibi isimler verilir.
Manilerdeki kafiyeler bazen cinaslı olabilir. Bu tür manilere de cinaslı mani
denir.
Ağıt: Bir kişinin ölümünden veya üzücü bir olaydan duyulan
acıları anlatan şiirlerdir. Bu tür şiirlere divan edebiyatında “mersiye”,
İslâmiyetten önceki Türk edebiyatında ise “sagu” denir.
Ninni: Ninnilerin ilk söyleyenleri belli değildir yani
unutulmuştur. Bu yüzden anonim ürünlerdir. Daha çok annelerin, bebeklerini
uyutmak için belli bir ezgiyle söyledikleri şiirlerdir. Ninniler genellikle
dört mısradan oluşur ve hece ölçüsüyle söylenir. Son mısraları, nakarat da
diyebileceğimiz, “ninni yavrum ninni, uyusun da büyüsün ninni, eeee” gibi
sözlerle biter. Ninnilerin konusu çocuktur. Çocuğun doğmasından duyulan sevinç,
güzelliği, iyi huyları; sünnet, evlenme, meslek sahibi olma gibi, çocuğun
geleceğine yönelik dilekler ve beklentiler başlıca temaları oluşturur.
Bebeğin
beşiği çamdan Bebek
beni dert eyledi
Su
sızıyor yufka damdan Yaktı
yaktı kül eyledi
Kurtulur
mu gelin gamdan Hem ırgat hem kul eyledi
Ninni
ninni, ninni ninni Nakarat
Ninni
ninni, ninni bebek oy
Tekerleme: Çeşitli oyun, eğlence ve törenlerde, hikâyelerin ve
masalların girişlerinde söylenen, söz ustalığı gerektiren ürünlerdir.
Tekerlemeler zaman zaman bağımsız söz ustalığı (cambazlığı) olarak da karşımıza
çıkarlar. Dilimizin güzelliğini göstermeleri bakımından da önem taşırlar. Belli
bir konuyu işlemezler. Kelimeler kendi aralarında kafiyelenmek suretiyle
bağlanırlar. Şiirsel bir söylenişleri vardır. Tekerlemeler dört grupta
toplanır:
1-
Masal Tekerlemeleri: Masalın başında, ortasında ve sonunda söylenir. Masalın
başında söylenenler, dinleyenleri masala hazırlama; ortasında söylenenler,
dağılan dikkatleri toplama ve zaman akışını sağlama; sonunda söylenenler ise,
masalın bittiğini ve iyi dilekleri bildirme amacı taşır. (Bir varmış bir
yokmuş, Allahın kulu çokmuş - Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz
gitmişler, altı ay bir güz gitmişler, bir de arkalarına bakmışlar, bir arpa
boyu yol gitmişler – Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine)
2-
Oyun Tekerlemeleri ( Sayışmacalar ): Oyun sırasında veya öncesinde; ebeyi
bulma, suçluyu ortaya çıkarma veya takımları oluşturma amacıyla söylenen
tekerlemelerdir. (Aldım verdim ben seni yendim)
3-
Tören Tekerlemeleri: Özel günlerde ve kutlamalarda (yağmur duası, yeni yıl
kutlamaları, saya törenleri vb.) söylenen tekerlemelerdir. (Yağ yağ yağmur,
Teknede hamur, Ver Allahım ver, Sicim gibi yağmur)
4-
Bağımsız Söz Ustalığı: Birbirinden farklı anlamları olan; ancak söylenişleri
birbirine benzeyen kelimelerin hızlı bir şekilde arka arkaya sıralanmasıyla
oluşan, dil ve gırtlak ustalığı gerektiren tekerlemelerdir. (Bu yoğurdu
sarımsaklasak da mı saklasak sarımsaklamasak da mı saklasak, Şemsi Paşa
Pasajında sesi büzüşesiler vb.)
Tekerlemelerde,
aslında yüksek felsefî değerlerin çocuksu ve eğlendirici bir üslûpla verildiği
görülür.
Bilmece: Konuştuğumuz insanın ilgisini bir noktaya çekmek,
eğlenmek, eğlendirmek, dikkat ölçmek amacıyla eğlenceli şekilde birbirimize
sorduğumuz sorulardır. Köklü medeniyetlere sahip toplumlarda, dil
becerilerinin, çevredeki eşya ve olayların iyi kavranması için kullanılan bir
oyundur. Bilmecelerimiz milletler arası üne sahiptir. Alman bilim adamı İngemar
Balhof, Türk toplulukları içinden derlediği kırk bin dolayındaki bilmeceyi
dünyaya tanıtmıştır.
Bilmecelerin, anonim olanlar dışında, sahibi belli
olanları da vardır. Şekil bakımından da, manzum bilmeceler ve mensur bilmeceler
vardır. Manzum bilmeceler, ölçülü veya ölçüsüz, kafiyeli veya kafiyesiz
olabilir. Ayrıca mısra sayıları da sabit değildir. Mensur bilmeceler ise,
konuşma üslûbunda ve düz cümle halindedir.
Saz şairlerinin (âşıkların), kahvehanelerde düzenleyip
sordukları bilmecelere “muamma”
denir. Bunlar, duvara asılır, cevabı bulunduğunda duvardan indirilirdi. Cevabı
bulana da hediyeler verilirdi.
Divan edebiyatında, konusu “insan dışında her şey
olabilen”, cevabını da içinde taşıyan bilmecelere “lügaz” adı verilir.
2- Tasavvuf
(Tekke) Edebiyatı: Tekke ve tarikat
çevrelerinde yetişen şair ve yazarların ortaya koydukları eserlerin bütününe
tasavvuf edebiyatı denir. Bu şairler, eserlerinde daha çok din ve tasavvuf
konularını ele alıp işlemişlerdir.
Tasavvuf; İslâmiyet’in ortaya çıkışından yaklaşık iki
yüz yıl sonra Arabistan, İran ve Horasan bölgelerinde belirmeye başlayan, daha
sonra bütün İslâm dünyasını saran bir düşünce, inanç ve yaşayış tarzıdır.
Tasavvuf
inancına göre varlık tektir, o da Allah’tır. Evrende görülen her şey Allah’ın
görüntüleridir. Allah aynı zamanda “mutlak varlık” (vücud-ı mutlak) ve mutlak
güzellik (hüsn-ü mutlak)tir. Tek varlık olan Allah, kendisini görecek gözler,
sevecek gönüller olmasını istemiş ve evreni yaratmıştır (tecelli etmiştir).
“Hava, su, toprak ve ateş” (dört unsur) ile görünen evren, Allah’ın görünüşü
için geçici bir ayna gibidir.
Evrende görülen her şey Allah’ın görüntüleri olduğuna
göre, insanlar da bir görüntüdür. Bu yüzden insanların “din, dil, ırk, renk”
ayrımlarını yapmak gereksizdir. Bütün görüntülerde “varlık” ve “yokluk” öğeleri
bir aradadır. İnsana düşen görev, varlık öğesini geliştirmektir. Yani insan,
“yokluk” öğesini ortadan kaldırıp asıl kaynağa (Allah’a) ulaşmaya çalışmalıdır.
Bunun için de bir tarikata girmek, bir mürşide (yol göstericiye) bağlanmak
gerekir.
Allah’a ulaşmak, gönül yoluyla olur. Evrenin
yaratılışına nasıl “aşk” vesile olmuşsa, insanı Allah’a ulaştıracak olan da
“aşk”tır. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a karşı olan sonsuz ve önüne geçilemez
isteğidir. İnsan, dünya tutkularından ve zevklerinden ayrıldıkça, “yokluk”
öğesinden uzaklaşır. Nefsini kontrol altına alıp, insanlık erdemlerine
yöneldikçe, “varlık” öğesini geliştirir ve sonunda özü olan Allah’a ulaşabilir.
Bu mertebeye ulaşan kişiye “insan-ı kâmil” (olgun insan) veya “ermiş” denir.
Bu düşünüş, insanların ruh yüceliklerine önem veren;
insanı kötülük ve ikiyüzlülükten uzaklaştırarak doğruluğa, iyiliğe, sevmeye
götüren bir düşünüştür. Türk edebiyatında, tasavvuf hareketinin öncüsü ve tasavvuf edebiyatının
kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’dir. Onun peşinden gelen; Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı
Bayram Velî, Hacı Bektaş Velî, Kaygusuz Abdal vb. mutasavvıf şairler de
tasavvufu ülkü edinen önemli kişilerdir.
Tasavvuf (Tekke) Edebiyatının
Özellikleri
1-
Şairler tarikatlardan (dergâhlardan, tekkelerden) yetişmişlerdir. İlâhî aşkı
benimsemiş, hoşgörülü kişilerdir. Geniş kitlelere hitap ederler. Halkın ruh
yükselişinde büyük emekleri vardır. Çoğunlukla aydın kişilerdir. Arapça ve
Farsça bilirler; ama gerek sözleri ve gerekse yaşayışlarıyla halktan
kişilerdir.
2-
Hem divan şiiri hem de halk şiiri nazım şekillerini kullanmışlardır. (koşma,
gazel, mesnevî …)
3-
Hem aruz hem de (daha çok) hece ölçüsünü kullanmışlardır.
4-
Şiirlerinde her çeşit kafiyeye (yarım, tam, zengin) rastlanır.
5-
Şiirlerde kullanılan dil; ne divan şiirinin dili kadar ağır, ne de halk
şiirinin dili kadar sadedir. Bu ikisinin arasında “orta bir dil”
kullanmışlardır.
6-
Tasavvuf şiirinde, hem divan hem de halk şiiri geleneklerinin mecazlarından
yararlanılmıştır. Din ve tasavvufla ilgili efsanelere, kahramanlara sık sık yer
verilmiş, tasavvuf ve tarikat hayatından gelen terimler ve deyimler çokça
kullanılmıştır.
7-
Tasavvuf edebiyatında daha çok “tasavvufî (ilâhî) aşk, insanın değeri, dünyanın
geçiciliği, nefsin kötülüğü, ahlâk ve toplumla ilgili konular” ele alınıp
işlenmiştir.
8-
Şiirlerde genel olarak bir “bütünlük” göze çarpar.
Tasavvuf
Edebiyatı Nazım Türleri
a) İlâhî: Allah aşkıyla ve O’na kavuşma arzusuyla yazılan
şiirlerdir. Kendilerine has besteleri vardır. İlâhîlerde, insanın nefsiyle
mücadelesi, olgun insan olmanın gereği, gönül kırmanın yanlışlığı gibi konular
işlenir. Genel olarak dörtlüklerden oluşur. Sekizli hece ölçüsüyle yazılırlar.
Fakat aruz ölçüsünün kullanıldığı da olur. Kafiye dizilişi koşma gibidir.
b) Nefes: Daha çok Bektaşî tarikatına bağlı olan şairlerin
yazdığı şiirlerdir. Konuları yönünden ilâhîlere benzer. Hz. Muhammet, Hz. Ali
ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin özel bir yeri vardır. Besteyle söylenir.
c) Deme: Alevî tarikatından olan tekke ozanlarının,
tarikatlarıyla ilgili konuları işledikleri şiirlerdir. Sekizli hece ölçüsüyle
söylenirler. Pîr Sultan Abdal’ın şiirleri gibi.
ç)
Devriye: “O’ndan gelip O’na
döneceğimiz” düşüncesini anlatan manzum ve mensur eserlerdir.
d) Şathiye: Ciddî bir duygu veya düşünceyi, iğneli ve mizahî bir
dille anlatan şiirlerdir. Sembollerle dolu oldukları için, başlangıçta anlamsız
gelen; fakat açıklandıklarında çok derin anlamlar taşıdıkları görülen
şiirlerdir.
e)
Methiye: Sofiler (tasavvuf yoluna
girenler), bağlı bulundukları tarikatın büyükleri, kendi mürşitleri (şeyhleri)
hakkında övgü şiirleri yazarlar. Bu şiirlere “methiye” denir. Dörtlükler
halinde ve hece ölçüsüyle yazılabildiği gibi, beyitler (ikilikler) halinde ve
aruz ölçüsüyle de yazılabilir.
f) Nutuk: Tasavvuf konusunda yazılmış öğüt verici şiirlere
denir.
3- Âşık
Edebiyatı (Âşık Tarzı Türk Şiiri):
Âşık edebiyatı, “âşık” adı verilen saz şairlerinin (ozanların) genellikle din
dışı konuları işledikleri eserlerinden oluşan edebiyattır. Bu edebiyat,
İslâmiyet’ten önceki Türk edebiyatının özelliklerini (ölçü, kafiye, nazım
birimi, işlenen konular vs.) büyük ölçüde sürdürmüştür. Duygu ve düşüncelerin
belli bir ölçü ve kafiyeye dayanarak en tabiî şekilleriyle yansıtılmasıyla
oluşmuştur. Estetik yönden çok güçlü değildir. Güzelliği doğallığından
gelmektedir. Günümüze kadar ulaşmış değerli eserler, yüzlerce yıldan beri
halkın beğeni süzgecinden geçmiş, usta-çırak geleneği içinde ortaya konmuş
ürünlerdir.
Âşık Edebiyatının Özellikleri
1-
Dil, halkın konuştuğu sade Türkçedir.
2-
Nazım birimi dörtlüktür.
3-
Ölçü hece ölçüsüdür. Genellikle sekizli ve on birli hece ölçüsü kullanılır.
4-
Uyum sağlamak için durak yapılır. (4+4, 4+4+3, 6+5 gibi)
5-
Konular günlük hayattan alınır. Halkın hayatını etkileyen olaylar, göçler,
savaşlar, tabiî afetler, açlık, yokluk, aşk, ayrılık, özlem, acı, tabiat,
sevinç, mutluluk en çok işlenen konulardır.
6-
Şiirler saz eşliğinde söylenir. Yani söz ve ezgi iç içedir.
7-
Divan edebiyatında olduğu gibi, sevgili için kalıplaşmış mecazlar kullanılır.
Boy için Selvi, kaş için yay veya keman, diş için inci vb.
8-
Âşık edebiyatında, şekil mükemmelliği ilk ve temel amaç değildir. Bu yüzden
kafiyeli kelimelerin seçiminde titizlik gösterilmez. Daha çok yarım kafiyelerle
redifler kullanılır.
9-
Şiirlerin, işlenen konuyu yansıtan başlıkları yoktur. Her şiir, nazım şeklinin
veya türünün adını alır. (koşma, güzelleme, koçaklama, taşlama, destan, semai
vb.)
10-
Hayalden çok gözleme önem verilir. Şair, gerçeği bozan öğeleri kullanmaz.
Benzetmelerini somut varlıklardan hareketle yapar. Doğa, şair için duygu ve
düşüncelerin anlatımında bir araçtır. Pek çok şair, sosyal olayları şiire
yansıtır, kimileri çeşitli halk hareketlerinin öncülüğünü yapmıştır.
11-
Şairler, şiirlerinin son dörtlüğünde isimlerini veya mahlâslarını (takma
adlarını) geçirirler.
12-
Bu edebiyat zayıflamakla birlikte devam etmektedir.
13-
Âşık edebiyatı daha çok, eğitim öğretim imkânlarından mahrum olan halkın
ihtiyaçlarını, duygu, düşünce, beklenti ve hayallerini yansıtır.
14-
Şiirler, “cönk” adı verilen eserlerde toplanmıştır.
15-
Şairler, usta-çırak geleneği içinde yetişir.
Âşık
Edebiyatı Nazım Türleri
Semaî: Âşık edebiyatı nazım şeklidir. Sekizli hece ölçüsüyle
söylenir. Kendine özgü bir ezgisi vardır. Dörtlük sayısı üç ile altı arasında
değişebilir. Kafiye dizilişi koşma gibidir. Konuları koşma ile aynıdır.
Varsağı: Güney Anadolu’da “Varsak” Türkleri arasında özel bir
ezgi ile söylenen şiirlerdir. Koşma tarzında, sekizli hece ölçüsüyle söylenir.
İçinde, “bre, hey, behey” gibi yiğitçe seslenişlere yer verilmesiyle semaîden
ayrılır.
Destan: Toplumu yakından ilgilendiren savaş, ayaklanma,
deprem gibi konularla, acıklı hikâyeler üzerine söylenen şiirlerdir. Genellikle
on birli hece ölçüsü kullanılır. Dörtlük sayısı altıdan yüze kadar olabilir.
Koşma: Âşık edebiyatının en sevilen, en yaygın nazım
şeklidir. En güzel ve duygulu şiirler bu tarzda verilmiştir. Divan edebiyatında
“gazel” ne ise, halk edebiyatında da “koşma” odur. Genellikle on birli hece
ölçüsüyle söylenir. Nazım birimi dörtlüktür. Dörtlük sayısı genellikle üç veya
beş olur. Kafiye dizilişi; ya “abcb, dddb, eeeb …”, ya “abab, cccb, dddb …” ya
da “aaab,cccb,dddb …” şeklinde olur. Genellikle aşk, sevgi, güzellik ve tabiat
konuları işlenir. Son dörtlükte şairin adı veya mahlâsı geçer. Koşmalar,
konularına göre şu türlere ayrılır:
a)
Güzelleme: Sevilen bir kişiyi veya
doğa parçasının güzelliğini övmek ve anlatmak için söylenen koşma türüdür.
Şekil özellikleri koşma ile aynıdır.
b)
Koçaklama: Savaş, yiğitlik, vuruşma üzerine
söylenen koşma türüdür. Şekil özellikleri koşma ile aynıdır.
c) Taşlama: Tek tek kişilerin veya toplumun eksik, aksak, yanlış
yönlerini eleştirmek, yermek için söylenen koşma türüdür. Bu tür şiirlere
günümüz edebiyatında “yergi”, divan edebiyatında “hiciv” veya “hicviye”, Batı
edebiyatlarında ise “satir” veya “satirik şiir” denir.
DİVAN EDEBİYATI
İslâmiyet’in kabulünden sonra, 13. yüzyılda ortaya
çıkan bir edebiyattır. Medreselerden yetişen, eğitim seviyesi yüksek şair ve
yazarların oluşturduğu bir edebiyattır. Bu şairler şiirlerini “divan” adını
verdikleri eserlerde toplamışlardır. Muhtemelen bu yüzden bu edebiyata divan
edebiyatı denmiştir. (Bu edebiyata klasik edebiyat da denmektedir.)
Divan Edebiyatının Özellikleri
1-
Kullanılan dil; Arapça, Farsça kökenli kelime ve tamlamalarla yüklü ağır bir
dildir.
2-
Nazım birimi genel olarak beyittir. 3- Ölçü aruz ölçüsüdür.
4-
Genellikle Arap ve Fars edebiyatlarından alınmış gazel, kaside, mesnevî, rubaî
gibi nazım şekilleri kullanılır.
5-
Şiirlerde çoğu zaman konu bütünlüğü yoktur. Her beyit anlam bakımından kendi
başına bir bütün sayılır. Yani “bütün güzelliği” değil, “parça güzelliği”
önemlidir.
6-
Duygu, düşünce ve kavramlar, hemen her şair tarafından ortaklaşa kullanılan ve
adına “mazmun” denilen söz kalıplarıyla anlatılır. Söz gelimi, “kaş” için
“yay”, “kirpik” için “ok”, “ağız” için “gonca”, “sevgilinin boyu” için “selvi”,
“sevgilinin yüzü” için “ay” mazmunları kullanılır.
7-
Divan edebiyatında sanatlı bir anlatım görülür. Edebî sanatlara sık rastlanır.
8-
Şekil güzelliğine ve söyleyiş mükemmelliğine (üslûba) büyük önem verilir.
9-
Divan şiirinin genel olarak soyut bir dünyası vardır.
10-
Aşk, sevgi, güzellik, aşk acısından duyulan ızdırap, sevgiliye özlem gibi
konularla, ahlâkî ve felsefî konular işlenir.
11-
Divan şiirinde daha çok tam ve zengin kafiye kullanılır.
12-
Şiirlerin son beytinde veya son dörtlüğünde şairin mahlâsı geçer.
13-
Divan edebiyatında nesir; sade nesir, süslü nesir ve orta nesir olmak üzere üçe
ayrılır.
14-
Divan edebiyatı nesrinde noktalama işaretleri yoktur.
Divan
Edebiyatı Nazım Türleri
GAZEL: Gazel, Arap edebiyatına ait bir nazım şeklidir. Bu
nazım şekli klasik Türk (divan) edebiyatında da çok yaygın bir şekilde
kullanılmıştır. Nazım birimi beyittir. Ölçü aruz ölçüsüdür. Beyit sayısı en az
beş, en fazla on beştir. Genellikle “aşk, sevgi, güzellik, sevgiliye özlem, aşk
derdinden çekilen acılar” gibi konularla, ahlâkî ve felsefî konular işlenir.
Divan şairleri ustalıklarını daha çok gazel türünde yazdıkları şiirlerle ortaya
koymaya çalışmışlardır. Gazelin ilk beytine “matla beyti”, son beytine “makta
beyti”, en güzel beytine de “beytül gazel” denir. Son beyitte şairin mahlâsı
geçer. Bu beyite “taç beyit” de denir. Gazelin birinci beyti kendi arasında
kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci
beyit ile kafiyelidir. (aa, ba, ca, da, …)
Bazı gazellerde konu birliği
bulunur. Bu tür gazellere, “yek-âhenk gazel” denir. Beyitleri arasında hem konu
birliği bulunan, hem de bütün beyitleri aynı güzellikte olan gazellere de
“yek-âvâz gazel” adı verilir. Mısralarının ortasında da kafiye bulunan
gazellere ise “musammat gazel” denir.
KASİDE: Kaside, beyitlerle yazılan bir divan edebiyatı
türüdür. Ölçüsü aruz ölçüsüdür. Kafiye dizilişi gazel gibidir. Beyit sayısı
otuz üç ile doksam dokuz arasında değişir. Kaside nazım türü Arap edebiyatından
İran ve Türk edebiyatlarına geçmiştir. Bir övgü şiiridir. Kasideler
rediflerine, redifleri yoksa kafiyelerine veya “nesib” bölümünün konusuna göre
adlandırılır. Kasideler şu bölümlerden oluşur:
1-
Nesib: Kasidenin başlangıç bölümüdür. Bu bölümde şair bir tasvir yapar. Nesib
bölümü çok çeşitli konularda olabilir. Genellikle “bahar, yaz, kış” gibi
tabiat; “İstanbul, Edirne, Bursa, köşk, saray, bahçe” gibi yer; “Ramazan,
bayram” gibi zaman; “savaş, düğün, av” gibi olay tasvirleri yapılır. Bu bölümün
beyit sayısı on beş, yirmi dolayındadır. Nesib bölümüne “teşbib” bölümü de
denir.
2-
Girizgâh: Kasidelerin nesib bölümünden methiye bölümüne geçişi sağlayan
bölümüdür. Bir veya iki beyittir.
3-
Methiye: Peygamber, padişah, sadrazam, vezir, paşa gibi önemli kişileri övme
bölümüdür. Bu bölümün beyit sayısı çoktur. Şairler bu bölüme ayrı bir önem
verirler.
4-
Tegazül: Kasidelerin içinde, genellikle methiye bölümünden sonra aynı ölçü ve
aynı kafiyeyle araya konulan gazeldir. Her kasidede bulunmayabilir.
5-
Fahriye: Kasidede şairin kendini ve sanatını övdüğü bölümdür. Bir veya birkaç
beyitten oluşur.
6-
Taç: Şairin mahlâsının geçtiği beyittir.
7-
Dua: Şair bu bölümde; methiye bölümünde övdüğü kişi, ülkesi ve halkı için
Allah’tan iyi dileklerde bulunarak dua eder ve kasideyi bitirir.
Konularına
Göre Kaside Türleri
1-
Tevhid: Allah’ın birliğini ve büyüklüğünü anlatmak için yazılan kasidelere
tevhid denir.
2-
Münacat: Allah’a yalvarmak yakarmak şeklinde yazılan kasidelere münacat denir.
3-
Naat: Hazreti Muhammed’i övmek için yazılan kasidelere naat denir. Naatlarda,
peygamberimizin özellikleri anlatılır. Ona duyulan sevgi dile getirilir. Divan
şiirinde en ünlü naat örneği, Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”dir.
4-
Methiye: Bir kimseyi övmek için yazılan kasidelerdir. Methiyeler; ya “padişah,
şeyhülislâm, sadrazam, vezir, paşa” gibi devlet büyüklerini ya da “dört
halifeyle din ve tarikat büyüklerini” övmek için yazılır.
5-
Mersiye: Sevilen bir kimsenin ölümünden duyulan üzüntü ve acıları anlatmak
amacıyla yazılan kasidelerdir. Bu tür şiirlere halk edebiyatında “ağıt”,
İslâmiyet’ten önceki Türk edebiyatında ise “sagu” denir.
6-
Hiciv (Hicviye): İnsanların veya toplumun eksik, aksak ve yanlış yönlerini
iğneleyici bir dille yeren, eleştiren kasidelerdir. Bu tür şiirlere halk
edebiyatında “taşlama”, günümüz edebiyatında “yergi”, Batı edebiyatında ise
“satir” veya “satirik şiir” denir.
MESNEVÎ: Divan edebiyatına İran edebiyatından geçmiş bir nazım
şeklidir. Nazım birimi beyittir. Her beyit kendi arasında kafiyelidir. (aa, bb,
cc, dd, ee, …) Beyit sınırlaması yoktur. Kafiye bulma zorluğu olmadığı için,
şair mesnevîsini istediği kadar uzatabilir. Uzun aşk hikâyeleri, din ve
tasavvufla ilgili konular genellikle mesnevî nazım şekliyle yazılır.
Edebiyatımızdaki ilk mesnevî örneği, Yusuf Has Hâcib’in yazdığı “Kutadgu Bilig”
adlı eserdir. En uzun mesnevî ise, Mevlânâ’nın “Mesnevî” adlı eseridir.
Bunlardan başka Fuzûlî’nin “Leylâ vü Mecnun”, Şeyh Galip’in “Hüsn ü Aşk” adlı
eserleri edebiyatımızın diğer tanınmış mesnevî örnekleridir.
MÜSTEZAT: Divan edebiyatı nazım şekillerindendir. Nazım birimi
beyittir. Beyitlerin birinci mısraları uzun, ikinci mısraları kısadır.
Sonraları bazı şairler müstezat şiir türünde değişikler yapmışlar, duygu ve
düşüncelerini üç, dört hatta beş mısrada tamamlamışlardır. Bunun sonucunda
“serbest müstezat” adı verilen bir şiir türü ortaya çıkmıştır. Mehmet Akif
Ersoy’un ve Tevfik Fikret’in bazı şiirleri serbest müstezat türüne örnektir.
MURABBA: Divan (klasik) edebiyatımızın nazım şekillerindendir.
Aruz ölçüsüyle yazılır. Dörtlüklerden meydana gelir. Dörtlük sayısı üç ile
dokuz arasında değişebilir. Eğer birinci dörtlükten sonraki dörtlüklerin
dördüncü mısraları birinci dörtlük ile kafiyeliyse (aaaa, bbba, ccca, ddda…) bu
tür murabbalara “müzdeviç murabba” denir. Bütün dörtlüklerin son mısraları
nakarat (aaan, bbbn, cccn, …) ise bu tür murabbalara da “mütekerrir murabba” adı
verilir.
RUBAİ: Tek bir dörtlükten oluşan divan edebiyatı nazım
şeklidir. Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Kafiye dizilişi manide
olduğu gibidir: aaxa Aruzun çeşitli kalıplarıyla yazılır. Rubailerde; dünya
görüşüyle ilgili konular, tasavvufî, felsefî konular, beşerî ve ilâhî aşk
konuları işlenir. Rubai denince ilk akla gelen isim, İranlı şair Ömer
Hayyam’dır. Türk edebiyatında da Mevlânâ, Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat
Asya gibi şairler bu tür ile şiirler yazmışlardır.
ŞARKI: Divan edebiyatının, bentlerle kurulan nazım
şekillerindendir. Şarkı, klasik Türk (Divan) edebiyatına, Türkler tarafından
kazandırılmış bir nazım şeklidir. Bestelenmek için yazılır. Konusu genellikle
aşktır. Ölçüsü aruz ölçüsüdür. Dörtlüklerden meydana gelir. Dörtlük sayısı üç
beş civarında olur. Dörtlüklerin sonunda aynen tekrarlanan mısralara nakarat
denir. Son dörtlükte şairin mahlâsı geçer. Divan edebiyatında, “şarkı” nazım
şeklinin ortaya çıkmasında, halk edebiyatındaki koşma ve türkünün büyük etkisi
olmuştur. Şarkıların kafiye dizilişi; ya “aaaa, bbba, ccca, …” , ya “abab,
cccb, dddb, …”, ya da “anan, bbbn, cccn, …” şeklinde olur. Türk edebiyatında en
güzel şarkıları 18. yüzyıl divan şairlerinden Nedim yazmıştır.
TUYUĞ: Tek bir dörtlükten meydana gelir. Divan şairlerinin,
halk edebiyatındaki “mani”nin etkisiyle ortaya çıkardıkları bir türdür. Yani
tuyuğ da şarkı gibi Türk edebiyatına özgü bir türdür. Kafiye dizilişi, “aaxa”
şeklindedir. Aruz ölçüsünün “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılır.
Mertlik, yiğitlik, aşk, sevgi gibi konuların yanı sıra hikmetli, tasavvufî ve
felsefî konular da işlenir. Ali Şîr Nevaî ve Kadı Burhaneddin’in tuyuğ türünde
şiirleri vardır.
TERKİB-İ
BEND: Divan edebiyatında, bendlerle
kurulan uzun nazım şeklidir. Bend sayısı beş ile on beş arasında değişir. Bendler,
“hane” ve “vasıta” denilen bölümlerden meydana gelir. Hane bölümleri gazel şeklinde
(aa, ba, ca …) kafiyelenir ve beş on beyitten oluşur. Vasıta bölümü ise,
hanenin sonundaki beyittir ve mısraları kendi arasında kafiyelenir. Terkib-i
bendlerde sosyal yergiler, felsefî düşünceler, hayattan şikâyet konuları
işlenir. Edebiyatımızdaki en ünlü terkib-i bend şairi Bağdatlı Ruhî’dir. Onun
bir terkib-i bendine üç yüzden fazla “nazire” yazılmıştır. En güzel nazireyi
ise Ziya Paşa yazmıştır.
TERCİ-İ
BEND: Terkib-i bendlerdeki
“hane”lerin sonundaki vasıta beyiti, her hanenin sonunda “nakarat” şeklinde ise
bu tür terkib-i bendlere “terci-i bend” denir. Terci-i bendlerde dinî konular,
evrenin sonsuzluğu, hayatın karışıklığı gibi soyut konular işlenir. Bu türün en
önemli temsilcisi Ziya Paşa’dır.
MASAL
Masallar, olağanüstü ve
hayalî olayların anlatıldığı anonim ürünlerdir. Masallarda gerçek hayattan
kişilerin yanı sıra, cin, peri, dev gibi olağanüstü varlıklar da bulunur. Zaman
ve yer belirsizdir. Hayal gücünün ürünüdürler. Düzyazı biçimindedir ve
nesillerden nesillere anlatılagelmiş bir edebiyat türüdür. Masalların sonunda
iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Bu bakımdan çocuk eğitiminde
önemli yer tutar. Masallar üçüncü kişi ağzından anlatılır.
Masallar; “döşeme, olay ve
dilek” bölümlerinden oluşur. Döşeme bölümü genellikle bir tekerlemeden oluşur ve
dinleyici olağanüstü bir hikâye dinlemeye hazırlanır. (Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde; Bir varmış bir
yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş; Develer tellal iken, pireler berber iken, ben
annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken gibi.) Olay bölümü, olayların belli
bir düzen ve plan içinde anlatıldığı ve sonuçlandırıldığı bölümdür. Dilek bölümünde
de, genellikle iyi dileklerle masala son verilir. (Onlar ermiş muradına, biz
çıkalım kerevetine; Gökten üç elma düştü…)
Dünya edebiyatında Alman
Grimm Kardeşler, Türk edebiyatında Eflâtun Cem Güney masal derleyen yazarlardır
HİKÂYE (ÖYKÜ)
Gerçek ya da gerçeğe uygun
olarak tasarlanmış bir olayı, bir durumu “zaman, mekân (yer) ve kişi”
unsurlarına bağlı olarak güzel bir şekilde, edebî bir üslûpla anlatan yazı
türüne denir.
Dünya edebiyatında İtalyan Boccacio
(Bokasiyo)’nun “Dekameron Hikâyeleri” ilk hikâye örneği olarak kabul
edilir. Batıda yetişen diğer önemli hikâyeciler ise şunlardır: Guy de
Maupassant, Alphonse Daudet, O Henry, Mark Twain, John Stainbeck, Anton Çehov
vb
Türk edebiyatında modern
hikâyeden önce “halk hikâyeleri, destanlar, masallar, efsaneler, mesneviler” bu
türün yerini tutan ürünlerdi. Bugünkü anlamda modern hikâye edebiyatımıza
Tanzimat’la birlikte geldi. Modern hikâyeye geçişin ilk denemesi, Emin Nihat’ın
“Müsameretname” adlı, masal özellikleri taşıyan eseridir. Edebiyatımızda
Batılı anlamda ilk hikâye kitabı kabul edilen eser, Ahmet Mithat Efendi’nin “Letaif-i
Rivayât”ıdır. Batılı anlamda ilk başarılı hikâye kitabı ise, Samipaşazade
Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı eseridir.
Türk edebiyatında tanınmış hikâye yazarları ise
şunlardır: Ahmet Mithat Efendi, Halit Ziya Uşaklıgil, Refik Halit Karay,
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ömer Seyfettin, Halide Edip
Adıvar, Memduh Şevket Esendal, Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık,
Sabahattin Ali, Haldun Taner, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, Orhan Kemal, Tarık
Buğra, Sevinç Çokum, Emine Işınsu, Mustafa Kutlu, Osman Çeviksoy, Bilge Karasu
vb.
Hikâyenin Unsurları: Olay, kişiler, zaman, mekân (yer, çevre),
üslûp (dil ve ifade)tur.
Hikâye Çeşitleri
Hikâyeler “tarz ve teknik”
bakımından, “olay hikâyesi” ve “durum hikâyesi” olmak üzere ikiye
ayrılır. Bunların dışında “ben merkezli hikâye” ile “halk hikâyeleri”
de vardır ki böylece sayı dört olmaktadır.
1-
Olay Hikâyesi (Klasik Hikâye): Anlatılan olay, “kişi, zaman ve mekân” unsurlarına bağlı
olarak verilir. Bu tarz hikâyelerde anlatılanlar “olay” üzerinde yoğunlaşır.
Genellikle “serim, düğüm, çözüm” bölümlerine uyularak yazılır. Bu tarz hikâye
anlatımı, Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Guy de Maupassan (Guy Dö
Mopasan) tarafından geliştirildiği için bu çeşit hikâyelere “Mopasan tarzı
hikâye” de denir.
Mopasan tarzı hikâyelerde, anlatılan bir olay, bir
başlangıç ve bir son vardır. Olay sağlam bir mantıkla geliştirilerek işlenir.
Okuyucuya pek fazla hayal kurma ve yorum yapma imkânı verilmez. Türk
edebiyatında bu tarz hikâyenin ilk önemli temsilcisi Ömer Seyfettin’dir.
2-
Durum Hikâyesi (Kesit Hikâyesi, Modern Hikâye): Durum hikâyelerinde olay
çok fazla ağırlıkta değildir. Bununla birlikte “duygu, düşünce, hayal,
davranış, kişisel ve sosyal yorumlar” gibi unsurlar ön plandadır. Psikolojik
tahliller bu tür hikâyelerde önemli yer tutar. Hikâye, olay hikâyesinde olduğu
gibi bir sonuca bağlanmayabilir. Yani okuyucuya daha çok yorum yapma ve hayal
kurma imkânı tanınır. Durum hikâyesi, ünlü Rus hikâyecisi Anton Çehov
tarafından yaygınlaştırıldığı için “Çehov tarzı hikâye” adıyla da anılır. Türk
edebiyatında bu tarz hikâyenin en önemli temsilcileri Sait Faik Abasıyanık ile
Memduh Şevket Esendal’dır.
3-
Ben Merkezli Hikâye: Gözlem ve olaylardan hareketle bireysel bunalımların, içi çatışmaların
anlatıldığı hikâyelerdir. Bu hikâyelerde yazarın kişiliğiyle hikâye
kahramanının kişiliği iç içe girmiştir. Gerçeklikle hayaller bir arada verilir.
Hikâyenin kahramanı, kendini çevreleyen dünyayı kendi ruh hâline göre anlatır;
düşlerine sığınır.
Ben merkezli hikâyeler, olay hikâyesinden ziyade
durum hikâyesine yakındır. Hikâyeler birinci şahsın ağzından (kahraman
anlatıcının bakış açısı) anlatılır. Hikâyeler, çarpıcı ve beklenmedik bir sonla
bitirilir. Sait Faik Abasıyanık’ın bazı hikâyeleri, Bilge Karasu’nun hikâyeleri
bu hikâye türüne örnektir.
4-
Halk Hikâyeleri: Nazımla nesrin iç içe olduğu uzun aşk ve kahramanlık hikâyeleridir.
Bunlar destan döneminin sonlarına doğru ortaya çıkmış ürünlerdir. Tarihî olaylara,
destanlara göre daha az yer verilir. Kişiler de gerçeğe daha yakındır. ikâyeler
genel olarak saz eşliğinde, âşıklar tarafından anlatılır. Ağırlıklı olarak aşk
konusu işlenir. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun Ferhat ile Şirin, Karacaoğlan
gibi. Bunun yanında kahramanlık hikâyeleri de vardır. Hazreti Ali’nin Cenkleri,
Köroğlu, Battal Gazi gibi. Dede Korkut Hikâyeleri edebiyatımızda, destan
geleneğinden halk hikâyeciliği geleneğine geçişin ürünleridir. Destanlardaki
“alp” tipi, halk hikâyelerinde yerini “âşık” tipine bırakmıştır.
ROMAN
Hayatı en gerçek ve geniş
boyutlarıyla ele alan, yaşanan veya tasarlanan hayatı, kişileri, toplumu,
karakterleri, görenekleri, çevreyi en geniş şekilde inceleyen; duyguları,
tutkuları çözümleyen uzun hikâyelere roman denir.
Romanın Unsurları: Romanda da, hikâyede bulunan “olay (olaylar
zinciri), kişiler, yer, zaman ve üslûp (dil ve ifade)” unsurları bulunur.
Roman Türleri
Romanlar işledikleri konulara göre şu türlere
ayrılır:
1-
Tarihî Romanlar: Bu tür romanlar, tarihin değişik dönemlerindeki olayları işler.
Kahramanları gerçek veya hayalî olabilir. Ancak anlatılanlar tarihî gerçeklere
çoğu zaman uygundur. Tarihî roman,
romantizm akımının ürünüdür. Dünya edebiyatında bu türün ilk örneğini İngiliz
yazar Walter Scott vermiştir. Türk edebiyatında ilk tarihî roman Namık Kemal’in
“Cezmi” adlı eseridir. Şu eserler de tarihî roman türüne örnektir: Monte Cristo
(Aleksandre Dumas), Taras Bulba (Gogol), Salambo (Gustave Flaubert), Küçük Ağa,
Osmancık (Tarık Buğra), Devlet Ana (Kemal Tahir), Bozkurtlar, Deli Kurt (H.
Nihal Atsız), Kilit, Kapı, Çatı vb. (Mustafa Necati Sepetçioğlu).
2-
Sosyal Roman: Toplumsal sorunları işleyen romanlardır. Bu tür romanlarda sosyal olay
ve olguların (ihtilâl, sınıf çatışmaları, köyden şehre göç, ırkçılık,
yoksulluk…) sebepleri üzerinde durulur. Sefiller (Victor Hugo), Gazap Üzümleri
(John Stainbeck), Bereketli Topraklar Üzerinde (Orhan Kemal).
3-
Psikolojik Roman: Bu tür romanlara tahlil romanı da denir. Psikolojik romanlarda roman
kahramanlarının ruh çözümlemeleri yapılır; onların insanlara, olaylara ve
topluma bakışı yansıtılır. Psikolojik roman türünün dünya edebiyatındaki ilk
örneği Madame de la Fayette’in “Princesse de Cleves” adlı eseri, Türk
edebiyatındaki ilk örneği ise Mehmet Rauf’un “Eylül” adlı romanıdır. Bizim
edebiyatımızda ayrıca Peyami Safa ile Ahmet Hamdi Tanpınar da bu türde başarılı
romanlar yazmıştır. Şu eserler bu roman türünün örnekleridir: Suç ve Ceza
(Dostoyevski), Genç Werter’in Acıları (Goethe), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Bir tereddüdün
Romanı (Peyami Safa), Huzur (Ahmet Hamdi Tanpınar).
4-
Macera (Serüven) Romanı: Günlük hayatta her zaman rastlanmayan, şaşırtıcı, değişik ve esrarlı
olayları konu edinen romanlardır. Bu tür romanlarda olaylar, okuyucuyu
şaşırtacak ve heyecanlandıracak şekilde gelişir. Kahramanlar çok hareketli,
kurnaz, cesur ve kuvvetlidir. Bu romanlarda olayların geçtiği çevre de sık sık
değişir. Şu romanlar bu türe örnek
olarak verilebilir: Robinson Crouse (Daniel Defoe), Define Adası (Stevenson),
Hasan Mellah (Ahmet Mithat Efendi).
Polisiye romanlar ile egzotik (uzak ülkeleri konu
alan) romanlar da macera romanı kapsamında düşünülebilir. Polisiye romanlarda
hırsızlık, soygun, cinayet olayları işlenir. Örnek: Agathe Chritie’nin “Nil’de
Ölüm, Şark Ekspresinde Cinayet” romanları gibi. Egzotik romanlarda ise
Avrupa’ya uzak ülkelerin manzaralarını, oralarda yaşayanların töre ve
geleneklerini anlatmak esastır. Örnek: Piyer Loti’nin “İzlanda Balıkçısı” adlı
romanı gibi.
5-
Bilimkurgu Romanları: Bu tür romanlarda gerçeklerden yola çıkılarak tahmine dayalı bir anlatım
yolu benimsenir. Bilimkurgu romanları, varsayımlara dayanır ve günümüz
gerçeklerinden yola çıkarak geleceğe ait tahminlerde bulunur. Olandan çok
olması beklenenler anlatılır, ütopyalardan söz edilebilir. Jules Verne’in
romanları (Ay’a Seyahat, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah) bu türün güzel
örnekleridir.
6-
Fantastik Romanlar: Bu tür romanlarda anlatılan olaylar tamamen hayal ürünüdür ve uydurma
bir dünyada geçer. Zaman belirli veya belirsiz olabilir. Roman kahramanları
olağanüstü özelliklere sahip olabilir. Mekân, olağanüstü, hayalî ögelerden
oluşur. Fantastik romanlarda hayal, varsayım, abartma gibi unsurlar çok
kullanılır. Örnek: Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Narnia Günlükleri gibi.
7-
Biyografik Roman: Bir devlet, bilim veya sanat adamının hayatını konu alan romanlardır. Bu
tür romanlarda, esere konu olan kişinin hayatı, onu çok iyi tanıyan bir yazar
tarafından roman tekniği ve kurgusuyla anlatılır. Oğuz Atay’ın “Bir Bilim
Adamının Romanı” adlı eseri bu türe örnektir. Eğer yazar romanını kendi hayatı
etrafında kurgular ve yazarsa bu tür romanlara da otobiyografik roman denir.
Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”
adlı romanları bu yönüyle otobiyografik roman olarak kabul edilir.
Roman Hakkında Önemli Notlar
Edebiyatımızdaki ilk roman
örneği, “Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat” (Şemsettin Sami), ilk edebî roman “İntibah”
(Namık Kemal), ilk tarihî roman “Cezmi” (Namık Kemal), ilk psikolojik roman
“Eylül” (Mehmet Rauf), ilk köy romanı “Karabibik” (Nabizade Nazım), ilk realist
roman “Araba Sevdası” (Recaizade Mahmut Ekrem), ilk natüralist roman “Zehra”
(Nabizade Nazım), ilk töre romanı “Kiralık Konak” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu),
ilk tezli roman “Yaban” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu), ilk kadın konulu roman
“Handan” (Halide Edip Adıvar), Batı teknikli ilk roman “Aşk-ı Memnu” (Halit
Ziya Uşaklıgil), ilk çeviri roman “Telemak” (Yusuf Kâmil Paşa tarafından
Fenelon’dan)tır.
Nehir Roman: Aynı yazarın, konusu itibariyle birbirinin devamı
olan romanlarına nehir roman denir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanları
gibi.
Dünya edebiyatında bugünkü
anlamda roman türünün ilk başarılı örneği kabul edilen eser, Cervantes’in “Don
Kişot” adlı romanıdır. (16. yüzyıl sonlarında)
TİYATRO
Tiyatro:
İnsan hayatını, sahnede seyirciler önünde canlandırma sanatına tiyatro denir.
Ayrıca “sahne eseri” ve “sahne eserinin oynandığı yer” anlamlarında da
kullanılır.
Tiyatro da diğer güzel sanatlar gibi, dinî törenlerden
doğmuştur. Bugünkü anlamda modern tiyatro, Yunan tanrısı Dionysos adına yapılan
törenlerden çıkmıştır. Bir bahar tanrısı olan Dionysos’u Yunanlılar Bağbozumu
Tanrısı olarak bilmişlerdir. Latinler bu tanrıya Bacchus adını vermişlerdir.
Eski Yunan’da bu tanrı için yapılan törenlerde önceleri bir koro ilâhîler
söylerdi. Sonraları bu koroya bir aktör eklenmiş ve konuşmalar başlamıştır.
Zamanla aktörler çoğalmış ve bu dinî törenler “tiyatro” adını almıştır.
Tanzimat’tan önce de edebiyatımızda “Meddah,
Karagöz, Orta Oyunu” gibi çok eskilere dayanan sözlü tiyatro geleneği
bulunmakla birlikte, Batılı anlamda modern tiyatro bize Tanzimat’la birlikte
gelmiştir. Bu anlamda edebiyatımızdaki ilk yerli tiyatro eseri Şinasi’nin
“Şair Evlenmesi” adlı oyunudur. Sahnelenen ilk tiyatro eseri ise Namık Kemal’in
“Vatan yahut Silistre”sidir.
Türk edebiyatında tiyatro türünde eser vermiş
yazarların tanınmışları şunlardır: Şinasi, Namık Kemal, Direktör Âli Bey,
Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Mithat Efendi, Abdülhak Hâmit Tahran, Şemsettin
Sami, Ebuzziya Tevfik, Samipaşazade Sezai, Muallim Naci, Mehmet Rauf, Cenap
Şahabettin, Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Musahipzade Celâl, Necip
Fazıl Kısakürek, Vedat Nedim Tör, Ahmet Kutsi Tecer, Orhan Asena, Necati
Cumalı, Turgut Özakman, Refik Erduran, Aziz Nesin, Haldun Taner, Turan
Oflazoğlu, Recep Bilginer, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Yahya Akengin, Adalet
Ağaoğlu, Güngör Dilmen Kalyoncu vb.
Tiyatro Terimleri
Perde:
Olayların gelişmesine göre
oluşturulan bölümler. Sahne: Olayların geçtiği, oyunun oynandığı yer.
Dekor: Tiyatroda sahneyi eserin konusuna göre döşeyip hazırlamada
kullanılan eşyanın genel adı. Kostüm: Oyuncuların giydikleri kıyafet,
giysi. Makyaj: Oyuncuların rol gereği yüzlerinde, saçlarında yaptıkları
değişiklik. Aktrist: Kadın oyuncu. Aktör:Erkek oyuncu. Rejisör
(Yönetmen): Oyunu sahneye koyan, hazırlayan kişi. Jest: Oyuncuların
her türlü el, kol ve vücut hareketleri. Mimik: Oyuncuların kaş, göz ve
yüz hareketleri. Rol: Oyuncuların sahnedeki görevleri. Suflör: Oyuncuların
unuttukları sözleri seyircilere duyurmadan hatırlatan kişi. Kulis: Sahne
arkası. Dramatize etmek: Bir düşünceyi, duyguyu veya olayı canlandırarak
anlatmak. Epizot: Ana olayın içindeki ikinci olay. Mizansen: Oyunun
sahneye konması düzeni. Diyalog: Karşılıklı konuşma. Monolog: Oyuncunun
tek başına konuşması. Tirat: Sahnedeki uzun konuşmalar. Replik: Oyunda,
konuşanların birbirlerine söyledikleri sözlerden her biri. Tulûat: Yazılı
metne dayanmayan, önceden hazırlanmadan, sahnede akla geliveren sözlerle
oynanan oyun. Opera: Sözleri müzik eşliğinde söylenen, seçkin konuların
işlendiği müzikli tiyatro çeşidi. Operet: Operaya benzeyen, sözlerinin
bir kısmı müzikli, halk için yazılmış tiyatro türü. Bale: Konusu,
çeşitli dans ve ritmik hareketlerle anlatılan müzikli, sözsüz bir çeşit
tiyatro. Pandomima: Jest ve mimiklerle sergilenen sözsüz oyun. Skeç: Genellikle
bir nükteyle son bulan, az kişili ve yalın, şakacı bir içeriği olan kısa oyun. Feeri:
Kahramanları doğa üstü varlıklar olan, olağanüstü olayların anlatıldığı
tiyatro türü. Fars: Komedinin sanat yönü az, kaba bir türü. Kabare: Genelde
güncel konuları (siyasal, toplumsal, kültürel) taşlayıcı biçimde ele alan
skeçlerin oynandığı, monologların, şarkıların ve şiirlerin söylendiği küçük
tiyatro. Kanto: Tanzimat döneminde, tiyatro sahnesinde azınlık aktristlerince
başlatılan oyunlu ve neşeli şarkılar.
Tiyatroda
Üç Birlik Kuralı: 1- Olay birliği 2- Yer birliği 3- Zaman birliği (Tiyatroda bir ana olayın aynı yerde, bir günde
geçebilecek şekilde düzenlenmesine üç birlik kuralı denir.)
TİYATRO TÜRLERİ
Tiyatronun üç ana türü vardır: Trajedi, komedi ve
dram.
TRAJEDİ (TRAGEDYA)
Hayatın acıklı yönlerini, kendine özgü kurallarla
sahnede göstermek; ahlâk, erdem örneği vermek amacıyla yazılmış manzum tiyatro
türüne denir. Trajedinin ilk örnekleri, MÖ 6. yüzyılda eski Yunan tanrılarından
Dionysos için düzenlenen törenlerden doğmuştur. Trajedi, klasizmin etkisiyle
(Klasizmde eski Yunan ve Latin edebiyatları örnek alınır.) 17. yüzyılda yeniden
canlanmış ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir. Eski Yunan
edebiyatında Aiskhyleos, Sophokles ve Euripides; 17. yüzyıl Fransız
edebiyatında Corneille ve Racine tanınmış trajedi yazarlarıdır. Bizim
edebiyatımızda Orhan Asena’nın “Hürrem Sultan”, Turan Oflazoğlu’nun “Genç
Osman, Kösem Sultan, IV. Murat, Deli İbrahim”, Güngör Dilmen Kalyoncu’nun
“Kurban” adlı oyunları trajedi türüne örnektir.
Trajedinin
Özellikleri
a)Konular tarihten, mitolojiden, efsanelerden ve seçkin
kişilerin hayatından alınır.
b)Kişiler tanrı, tanrıça ve soylu kişilerdir.
c)Üslûp soyludur. Kötü, bayağı sözler ve söyleyişler
yoktur.
ç)Kişiler arasındaki dövüşme, yaralama ve öldürme gibi
korkunç ve çirkin olaylar sahnede gösterilmez; haber verilir.
d)Eserler manzum olarak yazılır.
e)Eser beş perde (bölüm) olarak düzenlenir; bölümler
arasında koronun lirik şiirleri yer alır.
f)Üç birlik kuralına uyulur.
KOMEDİ (KOMEDYA)
Hayatın gülünç yönlerini, güldürmek ve düşündürmek
amacıyla sahnede yansıtmak için yazılmış tiyatro eserlerine komedi denir.
Komedi de trajedi gibi, eski Yunan’da Bağbozomu Tanrısı Dionysos için yapılan
dinî törenlerden çıkmıştır. Eski Yunan edebiyatında Aristophanes ve Menandros,
Latin edebiyatında Terentius ve Plautus, 17. yüzyıl Fransız edebiyatında
Moliere önemli komedi yazarlarıdır. Türk edebiyatının ilk yerli tiyatro örneği
olan Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı eserinin türü de komedidir.
Komedinin
Özellikleri
a)Konular günlük hayattan ve yaşanan olaylardan seçilir.
b)Kişiler halktan ve üst sınıflardan her çeşit insan
olabilir. Kişiliklere uygun her türlü söz ve söyleyişe yer verilir.
c)Kişilerin her çeşit davranışları (öldürme, yaralama
vb) sahnede geçebilir.
ç)Perde sayısı değişebilir. (Başlangıçta beş perdeden
oluşuyordu.)
d)Üç birlik kuralına uyulur.
e)Komik durumlar ortaya konur. Kaba şakalara ve sözlere
yer verilebilir.
Komedi
Çeşitleri
Karakter
Komedisi: İnsanların gülünç
taraflarını göstermeyi amaçlayan komedi türüdür. (Moliere’in “Cimri, Tartuffe”,
Shakespeare’in “Hırçın Kız” adlı oyunları)
Töre
Komedisi: Toplumların gülünç, aksak
taraflarını göstermeyi amaçlayan komedi türüdür. (Moliere’in “Gülünç Kibarlar,
Bilgiç Kadınlar”, Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı oyunları)
Entrika
Komedisi: Amacı yalnız güldürmek
olan, türlü düzen ve olayların sahnelenmesiyle seyircinin ilgisini çeken komedi
türüdür. Entrika komedisine “VODVİL” de denmektedir. (Moliere’in
“Scapin’in Dolapları”, Shakespeare’in “Yanlışlıklar Komedisi” adlı oyunları)
DRAM
Hayatı olduğu gibi, bütün acıklı ve gülünç yönleriyle
sahnede göstermeyi amaçlayan tiyatro türüdür. Dram; konu, kişiler, olaylar, dil
ve anlatım, perde sayısı bakımlarından belli kurallara bağlı değildir.
Genellikle gerçeğe uygunluğa önem verilir. İngiliz edebiyatında Shakespeare,
Alman edebiyatında Goethe ve Schiller, Fransız edebiyatında Victor Hugo dram
türünün önemli yazarlarıdır. Türk edebiyatında Namık Kemal ve Abdülhak Hâmit
Tarhan bu türün ilk örneklerini vermiştir.
Dramın
Özellikleri
a)Acıklı ve gülünç olaylar, hayatta olduğu gibi bir
arada bulunur.
b)Konular hem tarihten hem de günlük hayattan
alınabilir.
c)Kişiler, halk arasındaki her tabakadan olabilir.
ç)Üç birlik kuralına uyma zorunluluğu yoktur.
d)Nazım ve nesirle, her ikisinin karışımıyla
yazılabilir.
e)Perde sayısı yazarın isteğine bağlıdır.
f)Üslûpta ağırbaşlılık aranmaz. Her çeşit konuşmaya yer
verilir.
ÇAĞDAŞ TİYATRO
Günümüz tiyatrosu, görünüş ve amaçları birbirinden
farklı, “absürt tiyatro” ve “epik tiyatro” olmak üzere iki kola ayrılmıştır.
ABSÜRT (SAÇMA, UYUMSUZ) TİYATRO
Absürt tiyatroda, geleneksel tiyatronun kuralları ve
düzenleri hiçe sayılır. Tiyatro, her şeyi anlamaktan, canlandırmaktan çok, bir
ses ve hareket düzeni olmalıdır. Olaylar arasında bağ kurulması her zaman şart
olmayıp oyun, birbirine ilgisiz görünen sesler, sözler, eylemler hâlinde sürüp
gitmelidir. Az olay ve az sözle çok mesaj vermek gerekir. Acıklı olaylar bile
alay konusu olabilir. Absürt tiyatroda perde düzenine; serim, düğüm, çözüm
bölümlerine önem verilmez. Eser; bilinmeyenlerle, sembollerle ve saçma
denilebilecek kurgularla doludur. Bu tiyatro anlayışında önemli olan; bir duygu
ve olayın biçimini, oluşumunu göstermektir. Dünya edebiyatında Samuel Beckett,
John Osborn; Türk edebiyatında Güngör Dilmen Kalyoncu (Canlı Maymun Lokantası
adlı eseriyle) bu tiyatro türünün önemli temsilcileridir.
EPİK TİYATRO
Epik tiyatro, oyunun seyirciyi büyülemesine karşıdır.
Yani temsil sırasında, seyircinin oyuna kendini kaptırmasını ve büyülenmesini
önlemek ister. Bunun için sahne, dekordan ve olaylardan uzak tutulur. Seyirciye
de, temsilde gördüklerinin gerçek değil, bir oyun olduğu hatırlatılır. Epik tiyatro,
seyirciyi uyanık tutmak ister. Bunu sağlamak için araya şarkılar, tekerlemeler,
oyunu birdenbire kesen açıklamalar konur. Entrikaların iç yüzü durup dururken
açıklanır. Epik tiyatronun öncüsü Alman yazar Berthold Brecht’tir. Türk
edebiyatında Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı” adlı eseri bu türün önemli
örneklerindendir.
GELENEKSEL (GELENEKLİ) TÜRK TİYATROSU
Zamanımızdan yaklaşık dört bin yıl önce Orta Asya’da
yaşayan Türk boylarının bulunduğunu biliyoruz. Türklerin “sığır, yuğ, şölen”
adları verilen törenlerindeki gösteriler, geleneksel Türk tiyatrosunun ilk
örnekleri sayılabilir. Bu törenlerin yönetmen ve oyuncuları, “şaman” adı
verilen din adamlarıdır.
Zamanla içeriği genişleyen dinî
törenler, geleneksel törenler hâline gelir. Ergenekon Destanı’nda yer alan
“demir dövme” töreni bu örneklerden birini oluşturur. Bu törene bütün boy halkı
katılır, büyük bir alan sahne olarak kullanılırdı. Dede Korkut Hikâyeleri
incelendiğinde, “ozan” ve “kopuz”un dram sanatının unsurları olduğu anlaşılır.
Ayrıca Şamanizm ayinleri bu bakımdan dikkati çeker.
Orta Asya’daki Türklerin; dine,
destan ve efsanelere dayalı dramatik gösterileri dışında, tiyatro
gelenekleriyle ilgili yeterli bilgimiz yoktur. Bilgilerimizin bir kısmı Çin
kaynaklarına dayanmaktadır. İslâmiyet’ten önceki tiyatromuzla ilgili
araştırmalar yapan Sırp araştırmacı Nikoliç, Türklere ait ilkel biçimde
yazılmış bir tiyatro metni bulmuştur. Nikoliç’in İslâmiyet’ten önceki dönemde
oynandığını sandığı bu metnin konusu şöyledir:
“Türklerin Çinlilerle yaptıkları
savaşlardan biri… Bir Türk kahramanı savaşa gider. Evinde karısını ve çocuğunu
bırakır. O gittikten sonra eve bir Çinli gelir. Çinli, bu kadına göz koymuştur.
Kocasının yokluğunda ona sahip olmak arzusundadır. Genç kadın kendini çok iyi
savunur. Çinli, kadını ele geçiremeyeceğini anlayınca, onu yüzünden yaralar.
Savaşa gitmekte olan Türk, unuttuğu hamaylısını (hamail, hamayıl: omuzdan
asılan çapraz bağ, kılıç kayışı) almak için evine döner, yaşanan felâketi
görür. Saldırgan Çinliyi kalbinden vurarak öldürür.”
11. yüzyılda İslâmiyet’i tamamen
kabul etmiş olan Türkler, yeni kültürün etkisiyle tiyatrodan uzak kaldılar.
Buna karşılık, gölge (hayal) oyunları cansız olduğu için hoşgörüyle
karşılanmıştır. Ayrıca Türkler; kültür, inanış ve yaşayışlarına uygun olarak
geleneğe dayalı bir canlandırma sanatı geliştirdiler.
Geleneksel (Gelenekli) Türk Tiyatrosu adı verilen bu
tiyatro anlayışının kolları şunlardır: Meddah, Karagöz, Orta Oyunu ve Köy
Seyirlik Oyunları.
MEDDAH
Meddah kelimesi, methedici (övücü) anlamına gelir. Taklitler
yapıp hoş hikâyeler anlatarak halkı eğlendiren sanatçıya “meddah” denir. Türk halk zekâsının ve halkın, olayları
karikatürize etme gücünün büyük sanatlarından biri olan meddahlık, yüzyıllar
boyu yaşamış, Türk halkı arasında büyük ilgi görmüştür. Meddahlık için “tek
adamlı tiyatro” diyebiliriz. Meddah, tiyatronun bütün kişilerini varlığında
birleştiren bir aktördür. Yüksekçe bir yerde oturarak bir hikâyeyi başından
sonuna kadar, canlandırdığı kişileri ağız özelliklerine göre konuşturarak
anlatır. Perdesi, sahnesi, dekoru, kostümü, kişileri bulunmayan bu tiyatronun
her şeyi “meddah” denilen o tek adamın zekâsına, bilgisine, söz söylemedeki
başarısına bağlıdır. Meddahların çoğu hikâyelerine klasik beyitlerle başlarlar.
Meddah, anlatacağı hikâyeye geçmeden önce: “Haak dostum Haak!” diyerek
çoğunlukla şu beyitle hikâyeye girer:
“Söyledikçe sergüzeşti verir bezme letafet,
Dinle imdi bende-i âcizden hoş
bir hikâyet”
Meddah, kişilerin ağız özelliklerini taklit ettiği
gibi hayvanların, doğanın ve cansız varlıkların seslerini de taklit eder.
Meddahın iki aracı (aksesuarı) vardır: Biri boynuna doladığı mendili, öteki de
elinde tuttuğu sopasıdır. Mendille çeşitli başlıklar yapar, terini siler.
Sopayı da oyunu başlatmak, seyirciyi suskunluğa çağırmak, kapıyı vurmak için ya
da saz, süpürge, tüfek, at yerine kullanır. Hikâyenin sonunda özür diler,
oyundan çıkan sonucu (kıssadan hisse) bildirir. Bir dahaki sefere anlatacağı
hikâyenin adını ve hikâyeyi nerede anlatacağını söyler. Günümüzde meddahlıkla ilgili
birkaç dağınık yazma ve taş baskısı kitap dışında fazla kaynak yoktur. İstanbul
Üniversitesi Kitaplığında bulunan “Mecmua-yı Fevâid” meddahlar üzerine
yazılmış önemli bir kaynaktır.
KARAGÖZ
Karagöz bir gölge oyunudur. Bu oyun, deriden kesilen
ve “tasvir” denilen birtakım şekillerin (insan, hayvan, bitki, eşya vb.)
arkadan ışıklandırılmış beyaz bir perde üzerine yansıtılması temeline dayanır.
Gölge oyununun önce Çin’de (M.Ö. 2. yüzyıl) veya Hint’te çıktığı söylentileri vardır.
Evliya Çelebi ise Karagöz ile Hacivat’ın Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alâaddin
Keykubat zamanında (13. yüzyıl) yaşamış gerçek kişiler olduğunu belirtir.
Halk arasındaki bir söylentiye göre ise Karagöz ile
Hacivat, Sultan Orhan (14. yüzyıl) zamanında Bursa’da bir cami yapımında çalışmış
işçilerdir. İkisi arasındaki nükteli konuşmalar, diğer işçileri oyaladığı için
Sultan Orhan tarafından öldürtülmüşlerdir. Daha sonra Şeyh Küşteri, Hacivat ve
Karagöz’ün deriden yapılmış tasvirlerini oynatmış ve onların şakalarını
tekrarlamıştır. Bu nedenle Karagöz perdesine “Küşteri Meydanı” da denir.
İslâm dünyasında 11. yüzyılda sözü edilmeye başlanan
bu oyuna hayal-i zıll (gölge hayali) adı verilmiştir. Karagöz oyunu,
bilhassa 17. yüzyıldan sonra yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılda Karagöz, kısaca hayal
oyunu diye anılmış, bu oyunu oynatan sanatçılara da hayalî (hayalci,
Karagözcü) denmiştir. Karagöz oyunu, halk kültürünün ortak ürünüdür. Bu
oyunlarda işlenen çeşitli konuları kimin düzenlediği belli değildir. Karagöz,
tulûata (doğaçlamaya) dayandığı için oyunun sözlerini her sanatçı, oyun
sırasında kendine göre düzenler. Karagöz oyunları 19. yüzyılda yazıya
geçirilmeye başlanmıştır.
Karagöz Oyununun Bölümleri
Mukaddime (Giriş): Oyunun başlangıç bölümüdür. Perdede görüntü verilmeden önce müzik
başlar. Sonra konuya uygun olarak bir görüntü verilir. Hacivat, “Of… Haay,
Hak” diyerek perde gazeline başlar.
Muhavere (Söyleşme): Karagöz ile Hacivat arasında geçer. Muhavere iki
bölüme ayrılır. Bunlar, fasılla ilişkisi olan ve fasılla ilişkisi olmayan bölümlerdir.
Muhaverede yalnız, Hacivat ve Karagöz bir oyun oynar. Bu oyun, olmayacak bir
olayın gerçekleşmiş gibi anlatılmasıyla başlar, sonra bunun düş olduğu
anlaşılır.
Fasıl (Oyun): Oyunun
kendisidir. Hacivat ve Karagöz’den başka oyun kişileri fasılda görünürler. Karagöz
oyunları genellikle adlarını bu bölümün içeriğinden alır.
Bitiş: Bu
bölüm çok kısadır. Karagöz, oyunun bittiğini haber verir, kusurlar için özür
diler, gelecek oyunu duyurur. Karagöz’le Hacivat arasında kısa bir söyleşme
geçer. Bu söyleşmede oyundan çıkarılacak sonuç da belirtilir.
Karagöz Oyununun Kişileri: Karagöz oyununun en önemli kişileri Karagöz ile
Hacivat’tır. Karagöz, okumamış halkı, Hacivat ise aydın ya da yarı aydın
kimseleri temsil eder. Oyunda konuya göre türlü meslek, yöre ve milletlerden
kişiler, kendi şiveleriyle taklit edilir. Karagöz oyununun diğer önemli
kişileri şunlardır: Çelebi (genç, züppe bir mirasyedi), Altı Kulaç
Beberuhi (cüce ve aptal), Tuzsuz Deli Bekir (sarhoş, zorba), Efe (zorba),
Matiz (sarhoş), Zenne (kadın), Kastamonulu (oduncu,
bekçi), Bolulu (aşçı), Kayserili (pastırmacı), Rumelili (pehlivan,
arabacı), Kürt (hamal, bekçi), Lâz (kayıkçı, kalaycı), Arnavut
(bahçıvan, korucu, bozacı), Acem (zengin tüccar), Ak Arap (dilenci,
kahve dövücüsü), Zenci Arap (lala, köle), Yahudi (bezirgan), Ermeni
(kuyumcu), Frenk ve Rum (doktor, terzi, tüccar, meyhaneci), Tiryaki
(lâf ebesi).
Karagöz Oyununun Dağarcığı: Bilinen Karagöz oyunlarının sayısı çoksa da Karagöz
oyununun klasik dağarcığı yirmi sekiz oyunda birleşmiştir. Bu oyunlardan
bazıları şunlardır: Leylâ ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Karagöz’ün Yalova
Sefası, Bahçe Sefası, Balıkçılar, Baskın, Ağalık, Horozlu Düğün, Hain Kâhya,
Sahte Esirci, Cin Çarpması, Cambazlar.
ORTA OYUNU
Orta Oyunu, çevresi seyircilerle çevrili bir alan içinde
oynanan, yazılı metne dayanmayan, içinde müzik, raks ve şarkı bulunan doğaçlama
bir oyundur. Orta Oyunu adının geçtiği ilk belge 1834 tarihlidir. Daha eski
kaynaklarda bu oyun; kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu, zuhurî gibi
adlarla anılmıştır.
Orta Oyunu, han ya da kahvehane gibi kapalı yerlerde
de oynanmakla birlikte, genel olarak açık yerlerde ortada oynanan bir
oyundur. Oyunun oynandığı yuvarlak ya da oval alana palanga denir.
Oyunun dekoru; “yeni dünya” denilen bezsiz bir paravandan ve “dükkân”
denilen iki katlı bir kafesten oluşur. Yeni dünya “ev” olarak, dükkân da
“iş yeri” olarak kullanılır. Dükkânda bir tezgâh, birkaç hasır iskemle bulunur.
Orta Oyununun kişileri ve fasılları Karagöz oyunuyla
büyük oranda benzerlik gösterir. Oyunun en önemli iki kişisi Kavuklu ile
Pişekâr’dır. Kavuklu, Karagöz oyunundaki Karagöz’ün, Pişekâr da
Hacivat’ın karşılığıdır. Orta Oyununda da gülmece ögesi, Karagöz oyunundaki
gibi, yanlış anlamalara, nüktelere ve güldürücü hareketlere dayanır. Oyunda
çeşitli mesleklerden, yörelerden, milletlerden insanların meslekî ve yöresel
özellikleri, ağızları taklit edilir. Bunlar arasında Arap, Acem, Kayserili,
Kastamonulu, Kürt, Frenk, Lâz, Yahudi, Ermeni vb. sayılabilir. Orta
Oyununda kadın rolünü oynayan kadın kılığına girmiş erkeğe Zenne denir. Kavuklu
Hamdi ile Pişekâr Küçük İsmail Efendi, orta oyununun önemli ustaları
sayılır.
Orta Oyununun Bölümleri
Mukaddime (Giriş): Zurnacı, Pişekâr havası çalar. Pişekâr çıkar ve seyirciyi
selâmladıktan sonra zurnacıyla konuşur. Bu konuşmada, oynanacak oyunun adı
bildirilir. Daha sonra zurnacı Kavuklu havasını çalar. Kavuklu ile
Kavuklu arkası oyun alanına girer. Kavuklu ile Kavuklu arkası arasında
kısa bir konuşma geçer. Sonra bu kişiler birden Pişekâr’ı görüp korkarlar ve
korkudan birbirlerinin üstüne düşerler. Bazı oyunlarda zenne takımı ve
Çelebi’nin daha önce çıkıp Pişekâr’la konuştukları bir sahne de vardır.
Muhavere (Söyleşme): Bu bölüm Kavuklu ile Pişekâr’ın birbirleriyle tanıdık
çıktıkları tanışma konuşmasıyla başlar. Kavuklu ile Pişekâr’ın birbirinin
sözlerini ters anlamaları bir gülmece oluşturur ki buna arzbâr denir.
Arzbârdan sonra tekerleme başlar. Tekerlemede Kavuklu, başından geçen
olağan dışı bir olayı Pişekâr’a anlatır. Pişekâr da bunu gerçekmiş gibi dinler.
Sonunda bunun düş olduğu anlaşılır.
Fasıl (Oyun): Oyunun
asıl bölümü, belli bir olayın canlandırıldığı fasıl bölümüdür. Orta oyunu
fasılları genellikle iki paralel olay dizisinde gelişir. Dükkân dekorunda
gelişen olaylarda genellikle Kavuklu bir iş arar. Pişekâr’ın ona iş bulmasıyla
olaylar gelişir. Dükkâna gelip giden çeşitli müşterilerle ilgili oyunlar da
vardır. İkinci olaylar dizisi yeni dünya denilen ev dekorunda geçer. Zenne
takımının, Pişekâr aracılığıyla ev araması ve bir eve yerleşmesi biçiminde
olaylar gelişir.
Bitiş: Oyunun
son bölümüdür. Pişekâr, seyircilerden özür dileyerek gelecek oyunun adını ve
yerini bildirir. Oyunu kapatır.
Geleneksel Türk halk tiyatrosunun önemli
seyirliklerinden olan orta oyunundaki oyunların başlıcaları şunlardır: Tahir
ile Zühre, Kale Oyunu, Terzi Oyunu, Yazıcı Oyunu, Fotoğrafçı, Gözlemeci,
Kunduracı, Pazarcılar, Mahalle Baskını, Çeşme, Hamam, Çifte Hamamlar, Büyücü
Hoca, Eskici Abdi.
KÖY SEYİRLİK OYUNLARI
Kırsal bölgelerde, köylerde görülen, konularını daha
çok yöresel hayattan alan seyirlik oyunların oluşturduğu bir tiyatro
geleneğidir. Kökleri geçmişe dayanır. Bolluk, sevgi, savaş, kıskançlık,
yoksulluk gibi konular işlenir. Köy Seyirlik Oyunu da denilen bu oyunlar sözlü
gelenek içinde yer alır. Oyunların içeriği ve yapısı, yörelere göre
farklılıklar gösterebilir. Oyuncular genel olarak profesyonel kişiler değildir.
Kılık değiştirme, maskeler ve müzik oyun içinde yer alabilir. Köylü tiyatrosu
geleneği içinde yer alan oyunlarda, kalıplaşmış sözlerin yanı sıra doğaçlamalar
da bulunur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)