“Başkalarını iğnelemek veya onları susturmak için okumayınız.
Sırf inanmak ve her şeyi muhakkak ve tabiî sayabilmek için de okumayınız. Bir
şey söyleyebilmek ve süslü konuşma imkânını bulmak için de okumayınız. Yalnız
daha iyi düşünebilmek, daha derin düşünebilmek ve düşüncelerinizden bir sonuç
çıkarabilmek için okuyunuz.” Francis Bacon
“Öğretmen sonsuzluğu etkileyen insandır. Tesirlerinin nerede
biteceği asla kestirilemez.” Henry Adams
ÇOCUKLARIMIZA
NASIL KİTAP OKUMA ALIŞKANLIĞI KAZANDIRABİLİRİZ PROJESİ
(ÇONAKİOAKAP)
İDEALİST SINIF
TÜRKÇE VE EDEBİYAT ÖĞRETMENİ MESLEKTAŞLARIMIZLA
İDEALİST
OKUL VE MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLERİMİZE
Sözlerimizin başında hemen ve bilhassa
belirtelim ki, sınıf öğretmeni meslektaşlarımız bize göre eğitim sistemimizin,
çok önemli değil, “en önemli” parçasını oluşturuyorlar. Ve kanaatimizce diğer
bütün parçalar, bu temel parçaya göre şekilleniyor.
Bu cümleden hareketle şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. İlköğretimin birinci kademesinde, ilk üç yıl her hafta –sanıyoruz-
otuz saat boyunca, dört ve beşinci sınıflarda da yine otuz saate yakın süreyle,
öğrencileriyle aynı ortamda bulunan sınıf öğretmeni meslektaşlarımız olmadan;
ikinci kademedeki Türkçe öğretmenlerinin, ortaöğretimdeki biz edebiyat
öğretmenlerinin ve sonrasında da yükseköğretimdeki hocaların, “çocuklarımıza
kitap okuma alışkanlığı kazandırılması” konusunda yapabileceği şeyler biraz
sınırlı oluyor.
(Bununla birlikte bu yazının, sadece sınıf öğretmeni
meslektaşlarımıza değil, başlıktaki “beş grup eğitimcinin” tamamına ve hatta
bütünüyle eğitim camiasına seslenen bir yazı olduğunu da bilhassa belirtelim. Ki
sonuna kadar okunduğu takdirde bu zaten görülecek. Aynı zamanda şunu da
belirtelim ki, şu anda epeyce uzun bir yazıyı okumaya başladınız. Ve eğer bu
yazıyı sonuna kadar okumayı başarırsanız, yazının sonuna geldiğinizde
sabrınızdan dolayı kendinizi kutlayabilirsiniz.)
Çocuklarımız, bir yıllık okul öncesi
eğitimden geçsinler veya geçmesinler, altı yaşında, deyim yerindeyse yoğrulmaya
hazır hamurlar olarak sınıf öğretmeni arkadaşlarımızın önüne geliyorlar. Tabiî
ana sınıflarında da, “çocuklarımıza okulu sevdirmek, onlardaki öğrenme ve
birlikte iş yapma, paylaşma duygularını geliştirmek” gibi çok önemli görevlerin
ana sınıfı öğretmenlerince gerçekleştirildiğinin altını çizelim.
Birinci sınıfta haliyle “okuma yazma”
öğretmeye ağırlık veren bir program uygulanıyor. İşte, lise ve dengi okullarda
çalışan edebiyat öğretmenleri olarak (Sanıyoruz ilköğretimdeki Türkçe öğretmeni
meslektaşlarımız adına da aynı şeyi söyleyebiliriz.) sınıf öğretmeni arkadaşlarımızdan
beklentimiz bu aşamada başlıyor. Yani çocuklarımız okumayı söktükten hemen
sonra…
Bilindiği gibi millet olarak, -şimdilik- az okuyan bir toplumuz. Bunun pek
çok sebebi sayılabilir. Fakat diğer hiçbir faktör, öğretmenler olarak bizim
bu konudaki sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, bugün az okuyan
bir toplumsak bunun birinci derecedeki sorumluları bizleriz. Yarınlarda çok
okuyan bir toplum hâline geleceksek, ki inşaallah gidiş o yöne, bunu sağlayacak
olan da yine büyük ölçüde bizler olacağız. O halde, öğretmen camiası olarak kendimize,
“okuma alışkanlığı kazanamamış çocuklarımıza bu alışkanlığı nasıl kazandırabiliriz”
sorusunu ciddî ciddî sormalıyız diye düşünüyoruz.
Şunu herhâlde hepimiz kabul ederiz.
“Çocuklar kitap okuyun!” demekle, daha önce hiç kitap okumayan çocuklarımız
birdenbire kitap okumaya başlayıvermiyorlar. Tıpkı, “ağacı sevelim, doğayı
koruyalım” demekle çevre bilinci, “yerlere çöp atmayalım” demekle de temizlik
bilinci kazandıramadığımız gibi. Yani “SÖZ”ü aşan şeyler yapmamız gerekiyor.
Bu arada şunu da belirtelim. Eğer evde;
anne, baba ya da her ikisi okuyorsa, o ailede yetişen çocuklarda, hiç değilse
teorik olarak, okumama sorunu yaşanmayacağını düşünebiliriz. Fakat evde okuyan
hiç kimse yoksa o zaman ne yapacağız? O çocuklar ömürleri boyunca doğru dürüst
kitap okumayacaklar mı veya onların “kitap”la buluşmaları hayatın tesadüflerine
mi kalacak?
İşte biz, ailesinde okuyan olsun olmasın, “OKUL”un kapısından
içeri adım atan miniklerin, “sekiz veya on iki yılın sonunda, bu süre içinde
okulda öğrendikleri her şeyi unutsalar bile, kitap sevgisi ve okuma bilinci
kazanmış bireyler olarak bu eğitim yuvalarından mezun olmalarını sağlamak için
neler yapabiliriz” sorusuna cevap aramalıyız diye düşünüyoruz. Düşündüklerimizi
de, idealist meslektaşlarımızla paylaşmak istiyoruz.
Değerli meslektaşlarımız, iyi bir
okuyucuysak da değilsek de biliriz. (Burada uzun bir parantez açarak belirtelim
ki, bu satırların yazarı “çok iyi” bir okuyucu değil. Tabiî ki bununla gurur filan
duymuyor. Neyse ki evin diğer sakini esaslı bir kitap kurdu da, biz de onun
yanında idare edip gidiyoruz. Gerçi Montaigne bir denemesinde; “İnsanlar,
okumadıklarını söylemeye cesaret edemezler.” diyor; ama biz hepten okumayan
biri olmadığımız için durumu açıklamakta bir sakınca görmüyoruz. Evet, bu
satırların yazarı, okuma konusunda en istekli olduğu ilkokul ve ortaokul
yıllarında, etrafında kendisine rehberlik edecek bilinçli yetişkinleri
bulamamanın sıkıntısını yaşadı. Sonuçta o güzelim yılları büyük ölçüde,
Kemalettin Tuğcu’nun hikâye kitaplarını ve eline geçen başka bazı kitapları “tekrar
tekrar” okumakla geçirdi. Hâlbuki aynı yıllarda, bırakın dünya edebiyatının
çocuk klasiklerini okumayı, hiç değilse Ömer Seyfettin’le, Sait Faik’le
tanışsaydı ne kadar iyi olurdu. Elbette Kemalettin Tuğcu’yu okumak kötü veya
yanlış değildi, bilâkis bizim neslin iyi kötü okuma alışkanlığı kazanmasında
Kemalettin Tuğcu’nun epeyce etkisi olmuştur, yanlış olan orada uzun süre takılıp
kalmaktı. Fakat bugünün çocukları tanışmalı. Ömer Seyfettin’le de, Sait Faik’le
de, Mustafa Ruhi Şirin’le de, Cahit Zarifoğlu’yla da, Tarık Buğra, Yahya
Akengin, Üzeyir Gündüz, Gülten Dayıoğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Fuat Köprülü,
Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Necdet Neydim, Hakan Büyükdere, Rıfat Ilgaz, Aziz
Nesin, Hasan Âli Yücel, Mahmut Yesari, M. Zeki Taşkın, Mevlânâ İdris, Yalvaç
Ural, Ayla Çınaroğlu, Aytül Akal, Enver Naci Gökşen, İpek Ongun, Gülsüm Cengiz,
Mavisel Yener, Nur İçözü gibi burada tek tek adlarını sayamayacağımız diğer
çocuk edebiyatı yazar ve şairleriyle de, dünya edebiyatının çocuk klasikleriyle
de tanışmalı. İşte bu da büyük ölçüde biz öğretmenlerin, daha doğrusu “siz idealist
sınıf öğretmenlerinin” sorumluluğunda.) Okuma sevgisi ve alışkanlığı büyük
ölçüde ilköğretim yıllarında kazanılıyor. Daha doğrusu o yıllarda bu işin
temeli atılmazsa, sonraki yıllarda hem temeli atmak hem de binayı çıkmak bayağı
zor oluyor. Bu bakımdan ilköğretimin bilhassa ilk beş yılının çok çok önemli
olduğunu düşünüyoruz.
Bildiğimiz kadarıyla son düzenlemeye
göre ilköğretim bir, iki ve üçüncü sınıflarda haftada ON BİR SAAT, dört ve
beşinci sınıflarda ise haftada ALTI SAAT Türkçe dersi var. Ayrıca 2010-2011
eğitim öğretim yılı başında yayımlanan bir genelgeyle bir, iki ve üçüncü
sınıflara haftada “beş saat”, dört ve beşinci sınıflara ise “dört saat” serbest
etkinlik uygulaması getirildi ki bu serbest etkinliklerin içinde “kitap okuma”
da var.
Şimdi bizim önerimiz şu: Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda,
idealist sınıf öğretmeni arkadaşlarımız bu on bir saatin beş saatini OKUMA
SAATİ şeklinde kitap okumaya ayırsa. (Bildiğimiz kadarıyla şu anda zaten
birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda haftada üç saat; dört ve beşinci
sınıflarda iki saat “okuma saati” uygulaması yapılması yönünde bir Bakanlık
genelgesi var. Gerçi sanıyoruz son olarak bu saatler birer saat eksiltilmiş ama
olsun. İdealist sınıf öğretmeni meslektaşlarımız bir, iki ve üçüncü sınıflarda
her hafta Türkçe dersine ayrılan on bir saatin üçünü, serbest etkinlik
saatlerinin de ikisini okuma saati olarak değerlendirebilirler.) Yani her gün
son saatler “OKUMA”ya ayrılsa. (Elbette ille de son saatlerde kitap okunmalı
diye bir şey yok. Fakat öyle olursa, okumaya odaklanma daha fazla olur diye
düşünüyoruz.) Böylece öğrenciler, “her gün bir ders saati” düzenli olarak kitap
okusa. Bu saatlerde sınıftaki bütün öğrenciler, sınıf veya okul kitaplığından daha
önce alacakları bir kitabı okusalar ve elbette bu arada kendimiz de sınıfta çocuklarla
beraber kitap okusak. (Bu yolla yılda kaç kitap okuruz ve bunun sonucunda
öğretmenliğimiz nasıl daha verimli ve coşkulu bir hâl alır kim bilir.) Yani bu
saatleri, evde yapmamız gereken işleri aradan çıkarabileceğimiz fırsatlar olarak
görmesek. Eğer öyle görür ve öyle davranırsak muhtemelen öğrencilerimizin büyük
çoğunluğu da o saatlerde “okuma”nın dışında bir şeylerle vakit geçireceklerdir
ve bu durumda “okuma saati” uygulamamızın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Nitekim uzun yıllar ilköğretimde çalışan, daha sonra da branş
değişikliği yaparak Türkçe öğretmenliğine geçen Emrah GÜLTEKİN adlı edebiyat
öğretmeni bir arkadaşımız, bir sohbetimizde, her hafta Türkçe dersinin bir
saatinde öğrencileriyle birlikte kitap okuduklarını, bunun güzel sonuçlarını
aldığını, bir süre sonra bazı çocukların “tuğla gibi” kalın kitapları okumaya başladıklarını,
bir keresinde denemek için “kitap okuma saatinde” çocuklar kitap okurlarken
kendisinin okumayıp başka bir şeyle meşgul olduğunu, bunu fark eden birçok
öğrencisinin de okumayı bırakıp farklı şeylerle ilgilenmeye başladıklarını
söylemişti.
Aynı şekilde dört ve beşinci sınıflarda
da hiç değilse haftada üç saati (sözgelimi pazartesi, çarşamba ve cuma
günleri son saatleri) kitap okumaya ayırsak. Hatta sınıftaki, kitaplık
kulübünden sorumlu öğrencilere de bir defter tuttursak ve bu öğrenciler, sınıftaki
bütün öğrenciler için bu defterden birer veya ikişer sayfa ayırsalar… (Bunun,
öğrencileri okumaya teşvik konusunda epeyce etkili bir yöntem olduğunu
belirtelim.) Okuduğu kitabı bitiren her öğrenci, kitaplık kulübünden sorumlu
arkadaşlarına, bitirdiği kitabın adını ve sayfa sayısını yazdırsa… (Eğitim
öğretim yılı başında, sınıf kitaplığındaki bütün masal ve hikâye kitaplarının
ilk sayfasının bir köşesine, resimli sayfalar filan düşüldükten sonra kitabın
net sayfa sayısı, öğretmenin görevlendireceği birkaç öğrenci tarafından tesbit
edilip tükenmez kalemle yazılırsa, haksız rekabet de en baştan önlenmiş olur.) Her
ayın sonunda da sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, o ayın en çok okuyan üç veya
beş öğrencisini, (okuduğu kitap sayısına göre değil, sayfa sayısına göre)
okuduğu toplam sayfa sayısını da belirterek sınıf huzurunda tebrik etse… Hatta
okul idaresiyle de işbirliği yapılarak her dönemin sonunda, her sınıftan “en
çok sayfa okuyan” ilk üç öğrenciye ödüller verilmesi sağlansa… Böylece “okuma”
işi hem sınıf içinde hem de okul genelinde itibar görse… Sanıyoruz, sanmak ne
demek katıksız inanıyoruz, bu harika bir uygulama olur.
Bu ülkede öğretmen, idareci, ebeveyn,
müfettiş, yetkili yetkisiz, ilgili ilgisiz hemen herkesin ortak şikâyet
konularından biri, yeterince okumuyor oluşumuz değil mi? İşte biz de bu soruna,
öyle dâhiyane filan da olmayan “kalıcı bir çözüm” öneriyoruz. Gerisi idealist sınıf
öğretmeni arkadaşlarımızın, idealist okul müdürlerimizin, idealist Millî Eğitim
Müdürlerimizin ve daha üst kademelerdeki etkili yetkili büyüklerimizin bileceği
bir şey.
İnanıyoruz ve de iddia ediyoruz ki, “OKUMA SAATİ”
uygulamasını önemseyen idealist sınıf (Türkçe ve edebiyat) öğretmeni
meslektaşlarımızın sınıfları, bu işi önemsemeyen arkadaşlarımızın sınıflarından;
bu projeye destek veren okul müdürlerimizin okulları diğer okullardan; İlçe
Millî Eğitim Müdürlerimizin ilçeleri diğer ilçelerden ve nihayet bu işi ciddiye
alan İl Millî Eğitim Müdürlerimizin (Burdur örneğinde olduğu gibi) illeri, yeterince
ciddiye almayan illerden kesinlikle çok farklı olacaktır.
Bu arada, bizim bu önerimizin yeni bir buluş olmadığını, sınıfça
kitap okuma uygulamasının Türkiye’de yıllardır birçok sınıf, Türkçe ve edebiyat
öğretmeni tarafından başarıyla sürdürüldüğünü de belirtelim.
Şimdi, başta genç meslektaşlarımız olmak üzere bilhassa sınıf
öğretmeni arkadaşlarımız, “müfredat”ı yetiştirememe endişesine kapılabileceklerdir.
Müfredat elbette hepimizi bağlayan bir husus. Fakat hepimizi bağlayan bu
hususun bu anlamda elimizi kolumuzu bağlamasına da izin vermemeliyiz diye
düşünüyoruz. Bizler yıllardır, hemen hemen “sadece müfredatı yetiştirme”
endişesiyle hareket ettik. Ancak müfredatı yetiştirmekle veya sadece buna
gayret etmekle çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandıramadık. Dahası, bunu nasıl
yapabileceğimiz konusunda düşünmeye de pek fazla vakit bulamadık. Elbette derslerimizin
müfredatında değişiklik yapamayız; ama işleyeceğimiz metinlerde, etkinliklerde
sadeleştirmeye gidebiliriz. Böylece kazanacağımız vakti “kitap okuma
etkinliğine” aktarabiliriz. İnanın bu şekilde çocuklarımıza çok daha faydalı
oluruz. Hani, “okuma alışkanlığı kazanamamış bir insanın eğitimi yarım
kalmıştır” deniyor ya, işte biz “okuma saati” uygulamasıyla çocuklarımıza,
eksiklerini bir ömür boyu tamamlamalarının yolunu açmış olacağız. Aksi halde
pek çoğu, eksiklerinin farkına bile varmadan bu dünyadaki hayatlarını
tamamlayacaklar.
Bütün bunları söylerken, öğrenci kitlesi içinde çok iyi okuyan
geniş bir kesimin varlığını da teslim edelim. Eğer konuyu biraz özelleştirecek
olursak, meslek hayatımızın son döneminde, on yıl çalıştığımız Lüleburgaz
Lisesinde ve üç yıl çalıştığımız Kepirtepe Anadolu Öğretmen Lisesinde çocuklarımızın
büyük çoğunluğunun kitapla haşır neşir olduklarını kendi gözlemlerimize dayanarak
biliyoruz. Keza 2009 yılında, isteğe bağlı il dışı yer değiştirme kapsamında
geldiğimiz ve sadece bir dönem çalıştığımız Aydın Germencik Ortaklar Lisesinde
de öğrencilerimizin “okuma” konusunda hayli duyarlı, hevesli ve istekli
olduklarını büyük bir memnuniyetle gördük. (Geriye doğru; iki yıl çalıştığımız
Lüleburgaz-Ahmetbey Lisesinde, dört yıl çalıştığımız Ankara-Sincan Lisesinde ve
üç yıl çalıştığımız Şırnak Lisesindeki görev yıllarımızda henüz kendimiz bu
konunun yeterince idrakinde değildik.)
Şimdi de Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesindeyiz. Her türdeki
Anadolu Lisesine “yeniden” atama kapsamında başvurduğumuz ve “ilk tercih”
olarak yazdığımız bu okula, 2009-2010 eğitim öğretim yılının birinci döneminin
sonlarında atandık. 22 Ocak 2010’da da (yani birinci dönemin son günü) Ortaklar
Lisesinden ilişiğimizi kesip aynı gün burada göreve başladık. İlk
izlenimlerimizin çok güzel olduğunu öncelikle belirtelim. Bir kere son
sınıflar, harıl harıl üniversiteye hazırlanmalarının yanı sıra kitap okumayı da
ihmal etmiyorlar. Dersine girdiğimiz diğer bütün sınıflarda da, aşağı yukarı
her öğrencinin elinde bir kitap gördük. Yani Ortaklar Anadolu Öğretmen
Lisesi topyekün okuyor. Tabiî bizim bu tabloda şimdilik hiçbir katkımız
yok. Bu tamamıyla, 2009-2010 eğitim öğretim yılı itibariyle bu okulda bulunan
hepsi birbirinden değerli, gayretli ve işinin ehli beş arkadaşımızın, o
çocukların geldikleri ilköğretim okullarındaki bu işe gönül vermiş sınıf ve
Türkçe öğretmeni meslektaşlarımızın ve elbette o çocukları yetiştiren “okuyan
anne babaların” eseri.
Sözün özü, biz Türk milletinin, biraz yavaş da olsa, “okuyan
toplum” olma yoluna girdiğini düşünüyoruz ve bunu nasıl hızlandırabiliriz diye
de beyin jimnastiği yapıyoruz.
İtiraf edelim ki, yirmi dört yıllık edebiyat öğretmeni
olmamıza rağmen, sekiz on yıl öncesine kadar, “çocuklarımıza nasıl kitap okuma
alışkanlığı kazandırabileceğimiz konusunda” çok berrak düşüncelere de sahip
değildik. Yani neyi nasıl yapacağımızı tam olarak bilememenin sıkıntısını
yaşıyorduk. Çünkü bu işin sihirli formülleri yoktu. Biz de önce, ilköğretim
ikinci kademedeki Türkçe dersleriyle, liselerdeki edebiyat derslerinin işlenme
yöntemini sorgulamakla işe başladık ve o konudaki (bir bakıma bu uzun yazıya da
ana rahmi olan) düşüncelerimizi yazıya döktük. Sonrasında da, bu konuda yapılabileceklerin
büyük çoğunluğunun bilhassa ilköğretimin birinci kademesinde yapılabileceği
kanaatine vardık. (Okumayı Sevdirme Yolları adlı kitabın da bu konuda oldukça
yararlı bir çalışma olduğunu yeri gelmişken belirtelim.) İşte bunun sonucunda
da, beş altı yıl kadar önce bu yazının “ilk hâli” çıktı ortaya. O günden bugüne
de aynı yazıya sürekli olarak yeni paragraflar ilâve ettik, önceden
yazdıklarımız üzerinde birtakım değişiklikler, düzeltmeler yaptık.
Kanaatimiz o ki, “OKUMA”ya fazla zaman
ayırıyor, çocuklara fazla kitap okutuyor diye hiç kimse bir öğretmeni suçlamaz.
Ve eğer sizler bunu yaparsanız, yani birinci, ikinci, üçüncü sınıflarda haftada
beş saati; dört ve beşinci sınıflarda da üç saati, “OKUMA SAATİ” olarak
değerlendirirseniz neler olacağına bir bakalım.
Bir kere çocuklarımız daha fazla kelime bilecekleri ve
dolayısıyla daha fazla kelimeyle düşünecekleri için okuduklarını daha kolay
anlayacaklar. Buna bağlı olarak sadece Türkçe dersinde değil, diğer derslerde
de başarıları artacak. Daha hızlı okuyacakları için zamandan kazanacaklar,
bu da onlara girecekleri önemli sınavlarda, daha kısa sürede daha fazla soruyu
cevaplandırma avantajı sağlayacak. (Kitap okutacağınıza test çözdürün diyen
okul müdürlerimizin kulakları çınlasın!) Zaman içinde sözlü ve yazılı ifadeleri
gelişecek, iç dünyaları zenginleşecek. Ayrıca, ilköğretimden sonra hangi
tür liseye giderlerse gitsinler, ilköğretimde kazandıkları okuma alışkanlığını
muhtemelen hayatlarının sonuna kadar devam ettirecekler. Ve elbette okudukça
daha çok öğrenecekler, öğrendikçe daha çok okumak isteyecekler. Bunun tabiî
sonucu olarak da, daha donanımlı ve kendilerine daha çok güven duyan insanlar
olarak yetişecekler. Bütün bunlara ilâveten, okudukça, çocuklarımızın
davranışlarındaki birtakım olumsuzlukların da giderek azalacağını, olumlu
yönlerin ise gelişeceğini düşünüyoruz. Yani bu yönüyle, çocuklarımıza okuma
alışkanlığı kazandırmak, bir bakıma kendimize de iyilik etmek anlamına geliyor.
Öte yandan; ikinci kademedeki, eğer
varsa, “yeterince okumayan” ders öğretmenlerimiz de (elbette önemli bir kısmı
okuyor) bu durumdan olumlu yönde etkilenecekler. Çünkü sizin yetiştirdiğiniz (yetiştireceğiniz)
öğrenciler, altıncı sınıfta onların önüne epeyce bir şeyler okumuş olarak
gelecekler, hatta Türkçe öğretmenlerine belki de, “Bize sessiz okuma için zaman
ayıracak mısınız?” diye soracaklar.
Türkçe öğretmeni arkadaşlarımız, ilk defa derslerine girecekleri bu
öğrencilere, “Bugüne kadar hangi kitapları okudunuz?” sorusunu yönelttiklerinde,
onlar da okudukları kitapları sıralayacaklar. (Bilhassa eğitim öğretim yılının
ilk bir iki haftasında çocuklarımıza, yaz tatilinde kaç kitap okuduklarını, bu
kitapların adlarını soralım. Çünkü okuyan çocuklar bunun sorulmasından büyük
bir memnuniyet duyuyorlar.) Sırf bu bile tek başına , “az okuyan” Türkçe
öğretmenlerini tetikleyecek; onları, bildikleriyle okuduklarıyla yetinmeme
konusunda hareketlenmeye sevk edecek. (Doğrusu biz, henüz okumadığımız bir
klasiği öğrencilerimizden birinin elinde gördüğümüz zamanlarda bu mahcubiyeti
yaşadık.) “Okuyan” Türkçe öğretmenlerimiz ise zaten bu durumdan fazlasıyla
memnun olacaklar ve muhtemelen sizlere teşekkür edecekler.
Diğer taraftan, sınıf öğretmeni arkadaşlarımız
cümbür cemaat (doğrusu elbette cumhur cemaat olacak) okumaya başladıklarında,
bu durum öğretmen odalarına da yansıyacak, buraların havası da değişecek. Yani
bu durum, öğretmen odalarında, önce sınıf öğretmeni arkadaşlarımız, sonra da
sınıf öğretmenleriyle ders öğretmeni arkadaşlarımız arasında “okuma” konusunda
tatlı bir rekabet başlatacak. (Bir öğretmenin, okumakta olduğu bir kitabı
yanına alıp dolmuşta, otobüste, metroda, trende, boş dersinde, öğle arasında,
hatta teneffüste okuması asla gösteriş budalalığı değildir. Bilâkis, başta
öğrencileri olmak üzere okumayanları okumaya teşvik etmedir. Zira biz farkında
olsak da olmasak da öğrencinin gözü her an öğretmenin üzerindedir. Öğrenci,
yemekhanenin lâvabolarında, öğretmeninin ellerini nasıl ve ne kadar süreyle
yıkadığından arabasına bindiğinde emniyet kemerini takıp takmadığına,
gömleğinin ütülü olup olmadığına kadar bir sürü şeye dikkat ediyorsa gerisini
varın siz düşünün.) Okumayan meslektaşlarımız okuyan arkadaşlarının elinde bir
iki haftada bir değişik kitaplar görecek ve muhtemelen bir süre sonra onlar da
kitaplarla “yeniden” yakınlık kurmaya başlayacak. Okuyan meslektaşlarımız da birbirlerine,
okudukları kitaplardan söz edecek. Böylece, okunması biraz da zaman kaybı
sayılabilecek kitaplar kendiliğinden elenecek, okuma eylemine ayrılan zamanlar
daha değerli kitaplara tahsis edilmiş, öncelikle okunması gereken ama henüz
okunmamış kitapların bir an evvel okunması için de istekler kamçılanmış olacak.
Aynı durum elbette liselerdeki öğretmen odaları için de geçerli.
Şunu da hemen belirtelim ki, ilköğretim
okullarının birçoğunda birinci kademe ile ikinci kademe sınıflarının ayrı
binalarda olması ve buna bağlı olarak sınıf öğretmenleri odasıyla ders
öğretmenleri odasının farklı binalarda bulunmasının çok fazla önemi yok. Zira
ders öğretmenleri, kademeli olarak en geç beş yılın sonunda önlerine gelen
öğrencilerdeki farkı fark edecek ve devamında da bunun, bir döneme mahsus
tesadüfi bir durum olmadığını anlayacaklar. Ayrıca bütün öğretmenler hiç
değilse yılda birkaç defa kurullarda bir araya gelecekler, sohbet edecekler. Sohbet
etmeseler bile, kurullarda “eğitim öğretimin kalitesinin yükseltilmesine
yönelik maddeler görüşülürken, öğrencilerin kişiliklerini geliştirmeye yönelik
öneriler ifade edilirken” sınıf öğretmeni meslektaşlarımızın söyleyecekleri,
herhâlde ders öğretmeni arkadaşlarımızın ilgisini çekecek.
Bu arada, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında
her şeyi sınıf ve Türkçe öğretmeni meslektaşlarımızdan beklediğimiz de
düşünülmesin. Bizler de liselerde, yoğun şekilde üniversite sınavlarına
hazırlanmaları sebebiyle, son sınıfları uygulamanın dışında tutarak, Türk
Edebiyatı derslerine giren arkadaşlarımız marifetiyle bütün öğrencilere, ayda
bir kitaptan, bir dönemde dört, iki dönemde asgari sekiz kitap okutuyoruz. (Bu
yöntem, 2008-2009 eğitim öğretim yılında Lüleburgaz Lisesinde, Edebiyat Öğretmeni
Birsen Yüksel’in önerisiyle sene başı zümre toplantısında tutanağa karar olarak
girdi ve sekiz edebiyat öğretmeni tarafından başarıyla uygulandı. Bu arada yıl
içinde pek çok öğrenci velisi, çocuklarına okuttuğumuz kitapları evde kendilerinin
de okuduklarını toplantılarda ve ikili görüşmelerimizde ifade etti. Görüldüğü
gibi sudaki halkalar misâli yayılıyor bu iş.) Kitapların okunup okunmadığını ya
da internetteki özetlerin okunmasıyla yetinilip yetinilmediğini de, kısa
cevaplı on beş, yirmi soruluk “kitap sınavları”yla denetliyoruz.
Yalnız, kitap sınavında sözgelimi yirmi soru sorup her cevaba
beş puan vererek o şekilde bir değerlendirme yapmıyoruz. Çocuk bazı
sorulara cevap verememiş olsa bile, kitabı okumuşsa, ki bu kolayca anlaşılıyor,
o kitabı okumasının karşılığı olarak yirmi beş puanı hak etmiş oluyor. Esasen
öbür türlü bir değerlendirme yaparsak, kaş yapalım derken göz çıkarabilir,
çocuklarımızı kitaptan büsbütün uzaklaştırabiliriz. Zira çocuk o tür
değerlendirmelerin yapıldığı okullarda kendini, verilen kitabı iki üç defa
okumak zorunda hissedebiliyor ki bunun ne kadar can sıkıcı bir şey olduğunu
sanıyoruz söylemeye bile gerek yok. Oysa eğitimciler olarak bizim amacımız üzüm
yemek. Bu arada bir ay boyunca bir sınıftaki öğrencilerin hepsine aynı kitabı
okuttuğumuzu belirtelim. (Öğrenciler kitapları ödünç veya satın alarak
kendileri temin ediyor. Böylece aslında pek çok öğrencimizin, şahsî
kütüphanesini kurmasının da yolunu açmış oluyoruz. İsteyen öğrencilere de
evimizdeki kitaplardan veriyoruz.) Yani sözgelimi Ekim ayında Toprak Ana’yı, Kasımda
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu, Aralıkta Sefiller’i, Ocakta Fareler ve İnsanlar’ı,
Şubatta Beyaz Diş’i gibi. Aksi halde kitap sınavı yapmak ve durumu denetlemek
zaten mümkün olmaz. Kitapları da, Bakanlığımızın tavsiye ettiği “100 kitaplık”
listeden veya o yazarların başka eserlerinden seçiyoruz ve genelde de romanları
tercih ediyoruz. Elbette her öğretmen bu çerçeve dahilinde, okutacağı kitapları
kendisi belirliyor. Sene başı zümre toplantılarında da bütün bu durumları ve Türk
Edebiyatı dersinden öğrencilere her dönemde “iki sözlü notu verilmesi” ve bu
iki sözlü notundan birinin kitap sınavlarından alınan sonuçlarla oluşacağı
hususunu karar altına alıyoruz. Yani bir dönemde dört kitabın dördünü de okuyan
öğrenci, Türk Edebiyatı dersinin iki sözlü notundan birini “100” olarak garantilemiş
oluyor. Böyle olacağını da, Türk Edebiyatı dersine giren arkadaşlar daha sene
başında öğrencilere açıklıyorlar.
(Bu arada bilhassa dokuzuncu sınıflarda okuttuğumuz kitapların,
özellikle de ilk kitapların sayfa sayısının az, sürükleyiciliğinin fazla
olmasına dikkat ediyoruz. Ki, okuma alışkanlığını henüz kazanmamış çocuklarımız,
daha başlamadan bu işten soğumasınlar. Her ne kadar her kitap herkes için aynı
derecede “güzel” ve “ilgi çekici” olmasa da sözgelimi bir üst paragrafta
adlarını andığımız romanların dokuzuncu sınıflarda okutulmak için isabetli
seçimler olduğunu söyleyebiliriz. Yine Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanıyla
Cemile adlı uzun hikâyesi de uygun olur.)
Yöntemin “not”a bağlı olması elbette eleştirilebilir; fakat
eleştirenler “daha iyi bir yöntemi” de önermek durumundalar. Bu arada şunu da
belirtelim ki, okuyan öğrenci, senede sekiz kitapla zaten yetinmiyor. Bizim
uygulamamız daha ziyade, liseye gelene kadar okuma alışkanlığı edinememiş
çocuklarımıza da bu alışkanlığı kazandırmaya yönelik. Tabiî bu arada “okuyan”
öğrenci de, “okuma”nın bir şekilde pirim yaptığını görmüş oluyor.
2009 yılında atandığımız ve ilk dönem çalıştığımız Ortaklar
Lisesinde, Türk Edebiyatı derslerine girdiğimiz 9. sınıflarda farklı bir
uygulama başlattık. Kendi kitaplığımızdan götürdüğümüz otuz kırk kadar kitabı
tamamıyla gönüllülük esasıyla, okumak isteyen öğrencilere dağıttık. Tuttuğumuz
bir defterde de her öğrenciye bir sayfa açtık. Kitap alan öğrencinin sayfasına
kitabın adını, 1’den başlayarak aldığı kitaba verdiğimiz numarayı ve o günün
tarihini yazdık. Öğrenci kitabı getirdiğinde de kitabın numarasının önüne bir
“+” işareti koyduk. Bir öğrenciye, aldığı kitabı getirmeden ikinci bir kitap
vermedik. Kitap dağıtma ve toplama işini de yoklamayı aldıktan sonraki iki üç
dakika içinde yaptık. Önce, okuyup getirenlerden kitapları topladık, sonra da
almak isteyenlere istedikleri kitapları hızlıca verdik. Okuyup okumadıklarını
kesinlikle sorgulamadık. Ancak aldıkları kitapları okumadıklarını asla
düşünmedik. Onlara; Heidi, Pollyanna, Peter Pan, Oliver Twist gibi çocuk
romanlarının (Lisede öğrencilerimize çocuk romanı okutmamız ilk etapta garip
gelebilir; fakat bu çocuklar bu kitapları ilköğretimde okumamışlarsa dokuzuncu
sınıfta okumalarının bizce hiçbir sakıncası yok. Kaldı ki böylece o kısım da
eksik kalmamış olur.) yanı sıra, Ömer
Seyfettin’in hikâyelerini, Sefiller, Robinson Crouse, Don Kişot, Siyah Lâle gibi
romanları da verdik. Bu şekilde birinci dönemin sonuna kadar, yaklaşık seksen
öğrenciden yetmiş kadarı en az iki kitap aldı. Bunlardan birçoğu dört beş, bir
kısmı da altı yedi kitaba ulaştı. Tabiî biz de bu durumu sözlü notu olarak
değerlendirdik. Bu arada bir öğrencimizin, (Sana bir kere de buradan teşekkür
ediyorum Azad Can.) evindeki on kadar kitabı getirip isteyen arkadaşlarına
verilmek üzere bize teslim etmesi doğrusu bizi çok duygulandırdı. Üst
sınıflarda da, hatta üniversite sınavlarına hazırlandıkları halde son
sınıflarda bile, okumaya zaman ayırmaya çalışan birçok öğrencimizin bulunduğunu
görmek de bizi çok sevindirdi.
Öte yandan Kütüphanecilik Kulübü rehber öğretmeni arkadaşımız
da kütüphaneden kitap alan öğrenci sayısının hayli memnuniyet verici olduğunu
ifade etti. Ki, öğrencilerimizi okul kütüphanemizin yanı sıra halk
kütüphanesine de yönlendirdik. Bu arada edebiyat zümresindeki diğer
arkadaşlarımızın da “okuma” ve “okutma” konusunda son derece duyarlı
olduklarını bilhassa belirtelim.
Unutmadan ve yeri gelmişken, çocuklarımıza okuma alışkanlığı
ve bilinci kazandırılmasıyla ilgili olarak çok önemsediğimiz bir hususta da
düşündüklerimizi ifade edelim. Biliyoruz ki, gerek ilköğretimde ve gerekse
liselerde, sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri arasında çok iyi okuyanlar
olduğu gibi; (muhtemelen çok az okuyanlar ya da hiç okumayanlar da vardır) fen
bilgisi, matematik, sosyal bilgiler, kimya, fizik, biyoloji, felsefe, yabancı
dil vb. branşlardaki meslektaşlarımız içinde de “okuma” konusunda “çok iyi”
olan arkadaşlarımız var. İşte bizim de bu arkadaşlarımızdan bir istirhamımız
var. Okumakta oldukları (şiir, hikâye, roman, deneme vs.) kitapları okula da
getirseler, gerek boş derslerinde ve gerekse öğle aralarında öğretmenler
odasında da okusalar. Yine derse giderken de yanlarında götürseler ve masanın
üzerine koysalar. Bunun iki yönlü yararı olur. Hem öğrencilerin bilinçaltına,
“okumak herkesi kuşatan bir olgudur” mesajı gönderilmiş olur, hem de okuma
konusunda zafiyeti olan Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimiz de bu durumdan bir
vazife çıkarabilir. (Meselâ biz, 2009-2010 eğitim öğretim yılının birinci döneminde
aynı okulda çalıştığımız felsefe ve fizik öğretmeni arkadaşlarımızın dolmuşta
kitap okumalarından etkilendik ve haftada beş gün, Aydın-Ortaklar arasındaki
yarım saatlik yolculuğumuz sırasında dolmuşta kitap okumaya başladık.) Bunun
dışında, ilgili ders öğretmenlerimiz açısından, “Acaba böyle bir durum, öğrenci
gözündeki ağırlığımızı azaltır mı?” türünden bir endişeye yer olmadığı
kanaatindeyiz. Yani öğrencinin kafasında o tür bir düşünce oluşacağını
sanmıyoruz. Ki okumak herkese artı değer katan bir şeydir.
Bu arada öğretmenler olarak belki de farkına bile varmadan
zaman zaman düştüğümüz bir hata var. Öğrencilerin ellerinde sözgelimi pek onaylamayacağımız
türden bir kitap gördüğümüzde onlara olumsuz birtakım şeyler söyleyebiliyoruz.
Halbuki bugün bizim yaşlarımızda olup da iyi birer okuyucu olan pek çok
yetişkinin, işe bir zamanlar Teksas, Tommiks, Zagor gibi resimli macera
kitaplarını okumakla başladıklarını da pekâlâ biliyoruz. Keza bizim iki kızımız
da dördüncü, beşinci sınıflarda “deli gibi” Thomas Brezina’nın kitaplarını
okudular. Altı ve yedinci sınıflarda da Harry Potter dizisini hatmettiler.
Hatta küçük kızımız bu dizinin bazı kitaplarını ikinci, üçüncü defa okuyor.
Elbette çocuk klasiklerini, Ömer Seyfettin’in, Cahit Zarifoğlu’nun kitaplarını
da okudular. Ama okumak istiyorlarsa bırakalım öbürlerini de okusunlar. İleride
zaten daha seçici olacaklar.
Aklımıza gelmişken şunu da söyleyelim. İlköğretimin birinci
(hatta ikinci) kademesinde sınıftaki bütün öğrencilere eşzamanlı olarak “aynı
kitabın” okutulmasını ve bunun sınavla denetlenmesini kesinlikle önermiyoruz.
Sanıyoruz bu konuda çocukların “okudum” beyanını kabul etmek daha doğru olur.
Belki ilâveten, haftanın bir veya iki gününde belli bir ders saatinde ve de
gönüllülük esasıyla, okudukları kitaplardan sözlü olarak birkaç cümleyle
bahsetmeleri istenebilir. Böylece çocuklarımızın medenî cesaretleri ve sözlü
ifade becerileri de geliştirilmiş olur. Açıkçası özet çıkartma veya rapor
hazırlatma gibi uygulamaları da doğru bulmuyoruz. Çünkü bu tür uygulamaların,
çocuktaki okuma isteğini genellikle olumsuz etkilediğini düşünüyoruz.
Kabul edelim ki “yazmak”, bırakın çocukları, pek çok yetişkine
bile bayağı zor gelen bir iştir ve “okuma” konusunda az çok mesafe alındıktan
sonra, kendi tabiî seyri içinde yavaş yavaş gelişen bir beceridir.
Çok değerli sınıf öğretmeni arkadaşlarımız,
buraya kadar yazdıklarımızın, söylediklerimizin bizzat “kendi” çocuklarımız
için faydalı olacağı kanaatini taşıyorsak, şu sınıfça “OKUMA SAATİ” uygulaması
üzerinde lütfen bir kere daha enikonu düşünelim. Başkaları çocuklarını bizlere
emanet ediyor, bizler de kendi çocuklarımızı başka öğretmenlere teslim ediyoruz.
Kaldı ki, şu anda çocuğumuz olmayabilir, hatta evli bile olmayabiliriz. Fakat
bu durum, bize emanet edilen çocukların, “Bu Ülke”nin yarınlarını inşa edecek
olmaları gerçeğini değiştirir mi? Sanıyoruz meseleyi daha ziyade bu boyutuyla
düşünmemiz gerekiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, öncelikle
çocuklarımızın, giderek insanımızın “daha çok okuyan” bireyler haline gelmesi;
Türkiyemizin yakın gelecekte “daha çok okuyan” bir ülkeye dönüşmesi büyük
ölçüde sizlerin, çocuklarımıza okuma yazmayı öğrettikten sonraki dört, dört
buçuk yıllık süreçte, “OKUMA” kavramına yükleyeceğiniz anlama ve bu uygulamaya
vereceğiniz öneme bağlı. Yani biz böyle düşünüyoruz.
Bu arada, ihtimal vermek istemiyoruz;
ama belki bazı meslektaşlarımız, “Bir tek benim çabamla bu toplum kitap okur
hâle gelir mi?” diye düşünebilir. Biz, bu şekilde düşünme lüksümüzün
bulunmadığı kanaatindeyiz. Biz bir mum yakalım; biz bir yürümeye başlayalım,
bakalım kimler çırasını, el fenerini kapıp koşmaya başlayacak? Hem, bütün
büyük yangınlar tek bir küçük kıvılcımla başlamaz mı! Ve biz bulunduğumuz yerde
neden o kıvılcım olmayalım? Kaldı ki yukarılarda bir yerde de belirttiğimiz
gibi, ülkemizde yıllardır bu işi başarıyla ve elbette büyük bir fedakârlıkla
yapan insanlar zaten var.
Değerli meslektaşlarımız, eğer kendi alanınıza bir müdahale ve
saygısızlık olarak değerlendirmezseniz sizlerle bir düşüncemizi daha paylaşmak
istiyoruz. Biz bir edebiyat öğretmeni olarak ilk beş yılda çocuklarımıza, en
fazla kullanılan bazı noktalama işaretleriyle, ilk etapta onlara gerekli olacak
bazı yazım kuralları ve bunlara bağlı olarak bazı dil bilgisi konuları dışında
“dil bilgisi yüklemesi” yapılmamasının daha doğru olacağını düşünüyoruz.
Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz bilemiyoruz; fakat hem ilköğretim ikinci
kademede hem de lisede tekrar tekrar öğrenecekleri dil bilgisi konularını o
körpecik beyinlere “tıkıştırmaya” çalışmak, yani bir anlamda o küçük küçük
yavruları daha o yıllarda “gramere boğmak” bize hiç ama hiç doğru bir uygulama
gibi görünmüyor. Hatta böylesi bir uygulamanın, çocuklarımıza yaptığımız büyük
bir eziyet ve hatta kötülük olduğunu düşünüyoruz. (Eğer, müfredatta yoksa ve
buna rağmen, maalesef bazı meslektaşlarımız gibi, daha birinci ikinci sınıfta
gramer öğretmeye başlamamızın gerekçesi olarak; İl Millî Eğitim Müdürlüklerince
zaman zaman yapılan il genelindeki seviye belirleme sınavlarında, Türkçe
dersinden gramer bilgisine yönelik soruların da bulunmasını gösteriyorsak o
takdirde, beşinci sınıfın sonuna kadar yapılacak sınavlarda, gramer bilgisini
ölçmeye yönelik soru sorulmaması için hemen girişimde bulunalım. Aslında,
hiç değilse beşinci sınıfın ikinci dönemine kadar bu tür sınavlar hiç yapılmasa
ne kadar güzel olur. Herhalde hem “test çocukları” yetiştirmekten “hayata
hazırlanan çocuklar” yetiştirmeye doğru önemli bir adım atmış, hem de
çocuklarımıza, hiç hakkımız olmadığı halde ellerinden aldığımız,
“çocukluklarını” teslim etmiş oluruz. Böylece bu düşüncemizi de Bakanlık
yetkililerimize arz etmiş olalım.) Kaldı ki Türkçe’yi bu şekilde sevdirmek
de mümkün değil. Sanıyoruz onlara dilimizi sevdirmenin en güzel yolu, bu dille
yazılmış güzel masalları, ninnileri, tekerlemeleri, şiirleri, hikâyeleri,
hatıraları, gezi yazılarını, biyografileri ve saireyi bol bol okutmaktan
geçiyor.
Böyle yaptığınızda, yani gramer öğretme işine sadece gerektiği
kadar yer verip, sessiz okuma saatleriyle öğrencilerinizi birer “okuma tutkunu”
olarak yetiştirerek altıncı sınıfa gönderdiğinizde, ikinci kademedeki bazı Türkçe
öğretmeni meslektaşlarımız, “Bu çocuklara hiçbir şey öğretilmemiş, ne kelime
çeşitlerini biliyorlar, ne cümlenin öğelerinden haberleri var, ne isim
tamlamasını biliyorlar ne sıfat tamlamasını.” diyerek sizi gıyabınızda eleştirirler
mi bilmiyoruz. Doğrusu biz hiçbir Türkçe öğretmeni arkadaşımızın böyle bir
eleştiride bulunacağına ihtimal vermek istemiyoruz; ama eğer böyle bir şey
yaparlarsa, bunun da kesinlikle kaale alınmaması gereken bir eleştiri olacağını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem zaten bütün dil bilgisi konularını da siz
öğrettikten sonra, ikinci kademede o arkadaşlarımız çocuklara dil bilgisi adına
ne öğretecekler ki! Ayrıca, okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandıramadıktan
sonra, çocuklarımıza Türkçenin bütün dil bilgisi konularını öğretsek (daha
doğrusu ezberletsek) ne olur, öğretmesek ne olur.
Değerli sınıf öğretmeni arkadaşlarımız,
ilk bakışta konumuzla pek ilgisi yok gibi görünen, gerçekte ise çok yakından
ilgili olduğunu düşündüğümüz iki hususta da, hoşgörünüze sığınarak sizlerle “üzüntümüzü”
paylaşmak istiyoruz.
Öncelikle, birinci sınıftan ikinci sınıfa geçen öğrencilerin
anne babalarına, yaz tatilini değerlendirmek adına çocuklarına test kitabı
almalarının önerilmesi bizi gerçekten çok üzüyor. Elbette her sınıf öğretmeni arkadaşımız
böyle yapıyor iddiasında değiliz. Bir kitapçıda karşılaştığımız örnek bu konuda
“tek örnek” dahi olsa, o sınıftaki öğrenciler adına üzüldük. Biz hiç değilse
beşinci sınıfın sonuna kadar çocuklarımızın, test kitaplarının soğuk yüzünden olabildiğince
uzak tutulup masal, sonrasında da hikâye ve şiir kitaplarının canlı, renkli,
resimli, cıvıl cıvıl sıcak dünyasına yönlendirilmelerinin, onların gelecekteki
kişilik gelişimleri, mutlulukları ve başarıları adına çok daha yararlı
olacağını düşünüyoruz. Kaldı ki bu çocuklar ileriki yıllarda zaten çok fazla
test çözecekler, öyle değil mi?
O mini mini yavrularla ilgili olarak
üzüldüğümüz bir diğer husus da, maalesef “bazı” sınıf öğretmenlerimizin,
çocukları bıktıracak hatta “okul”dan da “okumak”tan da bezdirecek şekilde ev
ödevi vermeleri. Tabiî bu durumda da olan yine sorumluluk katsayısı yüksek
çocuklara oluyor. Diğerlerinin ödevlerini ya anne babaları yapıyor ya da onlar
ödevlerini yapmadan geliyorlar. Elbette iyi niyetle ve okulda öğrettiklerimizin
pekiştirilmesi amacıyla verdiğimiz, bu türden “çok fazla zaman alıcı” ödevler,
belki de bu “OYUN ÇOCUKLARININ” daha en başta “okul”dan ve “okumak”tan
soğumaları sonucunu doğuruyor. Bu iki hususun bir “eleştiri” olarak değil; fakat
çocuklarımız adına duyduğumuz bir üzüntünün paylaşılması olarak kabul
edilmesini özellikle istirham ediyoruz ve bir kere daha hoşgörünüze
sığınıyoruz. Sonuçta her şeyi çocuklarımız ve “Bu Ülke”nin, hatta insanlığın
geleceği için yapmıyor muyuz?
Görüldüğü gibi bu uzun “mektup” büyük ölçüde sınıf öğretmeni
meslektaşlarımızla bir “sohbet” niteliği taşıyor. Ancak yeri geldikçe; Türkçe
ve edebiyat öğretmeni arkadaşlarımızla da birtakım düşüncelerimizi, dolaylı
da olsa paylaşmaya çalıştık. “Son söz”ü söylemeden önce, ortaöğretim
kurumlarında görev yapan edebiyat öğretmeni meslektaşlarımız ve “müdür”
sıfatıyla çalışmakta olan arkadaşlarımızla da bazı düşüncelerimizi doğrudan
paylaşmak istiyoruz.
Özellikle meslek liseleriyle genel liselerde (keza güzel
sanatlar ve spor liselerinde de) çalışan bazı branştaşlarımız, öğrencilerinin
“okuma” konusuna uzak ve ilgisiz oldukları ön kabulünden hareketle başlangıçta
kendileri, “okuma”yla ilgili önerilerimize mesafeli durabilirler. Fakat temin
ediyoruz, bu arkadaşlarımız bir iki adım attıkları, yani birazcık fedakârlık
gösterdikleri takdirde durumun hiç de düşündükleri gibi olmadığını büyük bir
memnuniyetle görecekler. Biz bugüne kadar hiç meslek lisesinde çalışmadık.
Ancak 2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk döneminde görev yaptığımız Ortaklar
Lisesi bir “genel” liseydi. Ve bu okulda, yukarıda bahsettiğimiz yöntemle çok
güzel sonuçlar aldık. Hele 9. sınıflarda üç saatlik Türk Edebiyatı dersinin bir
saatini, iki haftada bir de olsa, “okuma saati” olarak değerlendirmek,
öğrencilerdeki okuma eğilim ve isteğini daha da artırdı. Bu bağlamda, genel
liselerle meslek liselerinde görev yapan edebiyat öğretmeni arkadaşlarımıza
şunu önerebiliriz. Bu işe “gönüllü” olan arkadaşlarımız, öncelikle dokuzuncu
sınıflar olmak üzere, dokuz ve onuncu sınıfların Türk Edebiyatı derslerine
girerlerse inanıyoruz ki bu okullarda da çocuklarımıza “okuma” bilinci kazandırılması
konusunda çok şey yapılabilir. Belki Fen Liseleri için de aynı şey
önerilebilir. Sosyal Bilimler Liselerine gelince… Onların bu işi zaten en iyi
şekilde yaptıklarını düşünüyoruz.
Biz, eğitim konusunda yapacağımız hiçbir fedakârlığın boşa
gitmeyeceğine ve olumlu sonuçlarının er veya geç geri döneceğine inanıyoruz.
Belki bu sonuçlar doğrudan doğruya bize değil de, çocuklarımıza, yeğenlerimize,
torunlarımıza, uzak torunlarımıza filan yarar. Yani bu topluma yarar, “Bu
Ülke”ye yarar. Bu bakımdan, hangi tür okulda okursa okusun bütün
öğrencilerin bu konuda kendilerine rehberlik edilmesini hak ettiklerini
düşünüyoruz. Okuma alışkanlığı kazandıramadığımız (kendi) çocuğumuza,
lisede karşısına çıkan bir edebiyat öğretmeni tarafından bu alışkanlığın kazandırılması
bizi ne kadar mutlu eder değil mi?
Bu okullarda ve aslında bütün ortaöğretim kurumlarında “müdür”
sıfatıyla görev yapan arkadaşlarımız da, her eğitim öğretim yılının sonunda veya
başında ama mutlaka ders programları yapılmadan önce edebiyat zümresiyle,
gündemi sadece bu konu olan bir toplantı yaparlar ve “öğrencilere kitap okutma
konusunda daha istekli ve gayretli olan arkadaşlarımızın” dokuz ve onuncu
sınıfların derslerine girmeleri yönünde telkinde bulunurlarsa umuyoruz istenen
sonuç büyük ölçüde hasıl olur. Sonuçta bu çocuklar üniversiteye devam etseler
de etmeseler de, önce çeşitli alanlarda iş güç sahibi ve sonrasında da anne
baba olarak hayattaki yerlerini alacaklar. Peki bu çocukların; Prof. Dr. Halûk
Yavuzer’in “Çocuk Eğitimi El Kitabı”, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın “Annenin
Kitabı”, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” ve benzeri
eserlerini okuyarak kendi çocuklarını bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde yetiştirmeye; Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun “Savaşçı” ve
benzeri kitaplarını, Prof. Dr. Üstün Dökmen’in eserlerini okuyarak kendi hayatlarını
daha anlamlı, olumlu, coşkulu ve verimli bir şekilde yaşamaya hakları yok mu? Eğer
“okuma” konusunda belli bir “disiplin”e sahip olmazlarsa bu kitapları okumaları,
hatta bu kitapların varlığından haberdar olmaları mümkün mü? Takdir elbette
arkadaşlarımızın.
Bir de, gerek ilköğretimde ve gerekse ortaöğretimde çalışan
sayın müdürlerimiz, öğretmen odalarına küçük birer kitaplık yaptırır ve buraya
bir üst paragrafta sözünü ettiğimiz sayın yazarların, başka yerli ve yabancı
yazarların “eğitim” konulu kitaplarından alıp koyar ve böylece her öğretmenler
odasında “eğitim” merkezli küçük bir kütüphane oluştururlarsa uzun vadede ülkeye
çok büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Zira kesin bir şekilde inanıyoruz ki,
“okuma”ya ve “kitap”a en uzak gibi görünen meslektaşlarımız bile bir süre sonra
boş derslerinde o mini kütüphaneden istifade etmeye ve bunun sonucunda
“çocuklarımız” her anlamda çok daha kaliteli bir şekilde yetişmeye
başlayacaklar. Bu hususu, hem sayın okul ve Millî Eğitim Müdürlerimizin, hem
de sayın İlköğretim ve Bakanlık müfettişlerimizin ilgi, bilgi ve dikkatlerine
arz ediyoruz.
Öte yandan sayın müdürlerimizin, okumakta oldukları ya da
yakın zamanda okudukları (yani birkaç cümleyle de olsa üzerinde
konuşabilecekleri) bir kitabı makam odalarında masalarının üzerinde
bulundurmalarının da küçümsenmeyecek bir öneme sahip olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Hatta iki üç kitap bulundurulması (biri okunmuş, biri
okunmakta, biri de okunacak) daha da iyi olur. Yine makam masasının hemen
önündeki sehpada da bir iki dergi bulunması odaya girip çıkan herkeste olumlu
izlenim bırakır. Artık bu dergiler ilgi durumuna göre; Bilim Teknik olur, sanat
edebiyat dergisi olur, kişisel gelişim dergisi olur, okulların çıkardığı
dergiler olur, hepsi birden olur ama elbette magazin dergisi ol(a)maz. Tabiî
aynı durum sayın Millî Eğitim Müdürlerimiz için de geçerli. Sonuçta, sınıfın
lideri öğretmen ise, okulun lideri okul müdürü, ilin ilçenin lideri de elbette Millî
Eğitim Müdürleri.
Son söz: İlk üç yıl haftada beş saati, dört ve beşte de üç
saati düzenli olarak “OKUMA”ya ayıran ve bu işi candan yürekten yapan sınıf
öğretmeni arkadaşlarımıza; ikinci kademede haftada bir saati, sınıfça kitap
okumaya ayıran Türkçe öğretmeni meslektaşlarımıza; liselerde de hiç değilse 9
ve 10. sınıflarda her ay bir kitap okutan edebiyat öğretmenlerimize; öğretmen
odalarına biraz önce sözünü ettiğimiz türden bir mini kütüphaneyi kuran okul
müdürlerimize ve bütün bu işlerin –takipçisi değil- teşvikçisi olan İl, İlçe
Millî Eğitim Müdürlerimize, müfettişlerimize ve daha yukarılardaki
büyüklerimize buradan bütün kalbimizle teşekkür ediyoruz.
İnanıyoruz ki, okuma zevk ve alışkanlığı kazanmasına yardımcı veya
vesile olduğunuz (olacağınız) her öğrenci sizi, ömrünün sonuna kadar hayırla yâd
edecek, size minnet ve şükran duyacaktır. “Bana okuma alışkanlığını filan
öğretmenim kazandırdı.” diyecektir. Doğrusu bu son cümlenin “ÖZNESİ” olabilmeyi
çok isterdik.
Dünyaya tekrar gelsek ve meslek olarak yine öğretmenliği seçecek
olsak, ki herhâlde seçerdik, sanıyoruz bu defa sınıf öğretmenliğini tercih
ederdik. Bir çocuğa daha en başta “okulu”, “okumayı” sevdirmek az şey mi?
NOT 1: Bu uzun yazıyı okuma sabrını gösterdiğiniz için
içtenlikle teşekkür ediyor ve sizi kutluyoruz. Siz de kendinizi
kutlayabilirsiniz.
NOT 2: Bu yazı esasen bir proje yazısı değil. Zaten üst
başlığı da yazıya sonradan ilâve ettik. Fakat biz, idealist Sınıf, Türkçe ve
Edebiyat Öğretmeni meslektaşlarımızın, çocuklarımızda okuma bilinci oluşturma
konusunda, bildik yöntemlerle veya kendi tecrübeleriyle geliştirecekleri özgün
yöntemlerle harikalar yaratacaklarına inanıyoruz.
NOT 3: İhtimal vermek istemiyoruz ama bu uzun yazıyı buraya
kadar okuma zahmetine katlandıktan sonra; “Bu maaşa bu işler olmaz kardeşim,
kusura bakma.” diyen meslektaşlarımız varsa onlara, “Zaten bu yazının muhatabı
sizler değilsiniz, galiba başlığı da dikkatli okumamışsınız.” demiyoruz. Bu
arkadaşlarımıza sadece, “Belki de ihtiyacınız olan tek şey, bastırmaya
çalıştığınız cevherin açığa çıkmasına izin vermek ve sonra da adım atmaktır.”
diyoruz. Yine de, “Bana uymaz kardeşim.” diyen arkadaşlarımız varsa onlardan da,
vakitlerini (ç)aldığımız için içtenlikle özür diliyoruz.
NOT 4: Bu yazı ilk kaleme alındığı günden bu yana hem pek çok
değişikliğe uğradı hem de hacim olarak çok genişledi. İçeriği de; Sınıf
öğretmenlerinden Türkçe ve Edebiyat Öğretmenlerine, Okul ve Millî Eğitim Müdürlerine,
müfettişlere doğru yayıldı. Birçok kere, artık son şeklini aldı diye düşündük,
peşinden aklımıza başka hususlar geldikçe ara ara ilâveler yaptık. Hatta bu
yüzden yazının insicamı (tabiî akışı) bir miktar bozuldu. Fakat sanıyoruz artık
bu konuyla ilgili olarak söyleyebileceğimiz her şeyi de söylemiş olduk. Dileğimiz,
yazımızın başta Türkiye’deki bütün Sınıf, Türkçe ve Edebiyat Öğretmenleri olmak
üzere bütün eğitimcilere, bütün Okul ve Millî Eğitim Müdürlerine ve “bu konuyu
kendine dert edinen herkese” ulaşması. Bu hedefe katkıda bulunacak “gönüllülere”
şimdiden “gönül dolusu” teşekkürler.
NOT 5: Biz bu yazının bu hacme ulaşmamış daha kısa hâlini ve “Okumayı
Sevdirme Yolları” adlı çok yararlı olduğuna inandığımız bir kitabı tanıttığımız,
(kitabın yazarıyla hiçbir tanışıklığımız yok) kitapla aynı başlığı taşıyan iki
sayfalık bir başka yazıyı, 2009-2010 eğitim öğretim yılının ilk döneminde PTT
Kargo ile (çünkü en ucuz o götürüyor) seksen İl Millî Eğitim Müdürümüze peyderpey
göndermiştik. Aynı yazıları Aydın İl Millî Eğitim Müdürlüğüne ise elden
ulaştırmıştık.
Şimdi yazımızı “son hâliyle” ikinci defa bütün İl Millî Eğitim
Müdürlerimizle ve yine hiç değilse her ilden bir İlçe Millî Eğitim Müdürümüzle
paylaşmak niyetindeyiz ki, şu âna kadar on beşi büyük şehir olmak üzere kırk bir
ilimize ve yine farklı illerden on beş ilçemize PTT Kargo ile gönderdik, beş,
altı ilçeye ise elden ulaştırdık. Ayrıca kendi Genel Müdürümüz (Öğretmen
Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürü) Sayın Ömer BALIBEY ile eski İlköğretim
Genel Müdürü Sayın İbrahim ER’e de gönderdik. (Elbette bütün İl, İlçe Millî
Eğitim Müdürlerimize, hatta vaktimiz olsa Türkiye’deki bütün okullara elektronik
posta ile göndermek mümkün. Fakat o takdirde yazımızın “okunmadan silinme”
riski bulunduğu için biz her iki yazının fotokopisiyle, sayın müdürlerimize
hitaben yazdığımız bir sayfalık standart bir mektubun fotokopisini ürün dosyası
şeklinde hazırlıyoruz, dosyanın içine bir de yazıları kopyaladığımız CD’yi
koyuyoruz ve o şekilde PTT Kargo ile gönderiyoruz. Böylece yazılarımızın, Sayın
Millî Eğitim Müdürlerimizin masalarında, iş yoğunluğu sebebiyle, belki birkaç
gün bekledikten sonra okunacaklarını ümit ediyoruz.)
Yine geçen yıldan beri neredeyse karşılaştığımız, tanıdığımız,
tanıştığımız bütün Sınıf, Türkçe ve Edebiyat Öğretmenleriyle, ziyaret ettiğimiz
Okul Müdürlerine yazımızın bir nüshasıyla, CD’ye kopyalanmış hâlini takdim
etmeye çalışıyoruz. Ki 2009-2010 eğitim öğretim yılının başlarından beri;
Ortaklar’daki ilköğretim okullarının tamamını, Aydın merkezdeki ilköğretim
okullarının büyük bölümüyle liselerin tamamını, Germencik ve İncirliova ilçe
merkezlerindeki liselerin tamamıyla ilköğretim okullarının bir kısmını, Kiraz
ilçe merkezindeki okulların tamamını, Ödemiş ilçe merkezindeki ilköğretim
okullarıyla liselerin bir bölümünü ve Tire ilçe merkezindeki ilköğretim
okullarının birkaçını bu amaçla ziyaret ettik. Ayrıca çevre ilçelerden,
öğrencilerine tanıtmak amacıyla, okulumuzu ziyarete gelen ilköğretim
okullarının yönetici veya öğretmenlerine de, hazır gelmişlerken bir “dosya”
takdim ediyoruz. Keza birkaç yıl önce de, Lüleburgaz ilçe merkezindeki
ilköğretim okullarının çoğunu yine bu amaçla ziyaret etmiştik. Tabiî ki bu
ziyaretleri dersimizin olmadığı zaman dilimlerinde gerçekleştiriyoruz. Bu okul
ziyaretlerinin bize apayrı bir haz yaşattığını, gittiğimiz okullardaki duyarlı
meslektaşlarımızla tanışmaktan büyük mutluluk duyduğumuzu da belirtelim.
Biz bu yazıyı, Ortaklar Anadolu Öğretmen Lisesi Yayın ve
İletişim Kulübü olarak 2010-2011 eğitim öğretim yılının sonunda çıkardığımız
okul dergimiz “Dördüncü CEMRE”nin son tarafına da koyduk. Ve bu dergiden, 2011
Ekim’inde, okulumuz dışındaki iki yüz doksan altı Anadolu Öğretmen Lisesinin
tamamına gönderdik. Dergimizi ayrıca Aydın merkezdeki, merkeze bağlı belde ve
köylerdeki okulların tamamına; Germencik ilçe merkezindeki, bu ilçeye bağlı
belde ve köylerdeki okulların tamamına ulaştırdık. Ayrıca Eğitim Fakültelerinin
Dekanlarına; bu fakültelerin Sınıf Öğretmenliği, Türkçe Öğretmenliği, Türk Dili
ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölüm Başkanlarına; Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesiyle, Edebiyat ve Fen-Edebiyat Fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı
Bölüm Başkanlarına gönderdik. Son olarak da yine Aydın dışındaki seksen İl
Millî Eğitim Müdürümüze ve Sosyal Bilimler Liselerine gönderiyoruz.
Aslında Millî Eğitim Müdürlerimiz tarafından yanlış
anlaşılmayacağımızdan emin olsak, daha önce Siirt, Adapazarı ve Trabzon’da
görev yapan şu anki Şanlıurfa Valisi, soyadıyla müsemma Sayın Nuri OKUTAN’ın,
çalıştığı illerde okuma alışkanlığının yaygınlaştırılması için çok güzel
uygulamaların altına imza attığını basın yoluyla bildiğimiz için öncelikle
valilerimiz, sonra kaymakamlarımızla da yazımızı, dolayısıyla düşüncelerimizi
paylaşmayı isterdik.
Halisane arzumuz, İl Millî Eğitim Müdürlerimizin de, kendi
illerindeki bütün İlçe Millî Eğitim Müdürleriyle; İlçe Millî Eğitim Müdürlerimizin,
ilçelerindeki bütün Okul Müdürleriyle; Okul Müdürlerimizin, okullarındaki öğretmenlerle
yazımızı paylaşmaları. Okul Müdürlerimizin, ayrıca yazıcıdan çıkaracakları bir
nüshayı dosyalayıp öğretmenler odasına koymaları.
İşte o zaman biz de kendimizi, “Bu Ülke”ye ve “Bu Ülke”nin
çocuklarına karşı borcunu bir nebze olsun ödemiş olanlardan sayacağız. Tabiî
bütün bunlar, az önce de belirttiğimiz gibi bizim halisane arzumuz. Takdir
elbette sayın müdürlerimizin. Yoksa, meslek hayatında “bir gün” bile yöneticilik
yapmamış biri olarak müdürlerimize ne yapacaklarını söylemek gibi bir
hadsizliğe düşmeyi asla aklımızdan geçirmedik. Sadece sesli düşündük, o kadar.
(Bu arada, isteyen sayın müdürlerimiz yazımızın sonundan “NOT
7”yi ve kimlik bilgilerimizi ve elbette parantez içindeki bu notu silebilirler.
İnanın alınganlık göstermeyiz. Zaten haberimiz de olmaz. Zira bizim amacımız
üzüm yemek.)
NOT 6: Son olarak, çok yaygın şekilde ve biraz da
yararı zararı hesaplanmadan düşüncesizce ifade edilen bir “ezber”le ilgili
itirazımızı da paylaşmak istiyoruz. Ne zaman “kitap” ve “okuma” üzerine bir
sohbet, bir konuşma olsa, o anda “mikrofon” kimdeyse o kişi; bilerek
bilmeyerek, bilinçli bilinçsiz, gerekli gereksiz “malûm araştırma”nın
sonuçlarına bir gönderme yapıyor. Hani şu, çeşitli ülkelerle ilgili olarak,
yılda kişi başına düşen okunan kitap sayısıyla ilgili veriler ihtiva eden;
Almanya, Fransa, Finlandiya, Japonya vb. ülkelerle Türkiye’deki durum hakkında
bilgi veren araştırma. Hani şu, söz konusu ülkelerden en az okunanında, bir
kişinin bir yılda 15-20 civarında kitap okuduğu, bizim ülkemizde ise bir yılda
altı kişinin “bir” kitap okuduğu bilgisini veren araştırma. O araştırmayı kim
ya da hangi kurum hangi tarihte yaptı bilmiyoruz. Fakat çok iyi bildiğimiz bir
şey var. Bu ülkede bugün pek çok edebiyat öğretmeni, dersine girdiği sınıflarda
öğrencilerine ayda bir kitaptan yılda sekiz dokuz kitap okutuyor. Aynı şeyi pek
çok sınıf ve Türkçe öğretmeni arkadaşımız da yapıyor -bunlar sadece örgün
eğitim kurumlarında yapılanlar- ve asıl
sevindirici olan taraf da şu ki, bu iş yuvarlandıkça büyüyen kartopu misali her
geçen gün büyüyor, yaygınlaşıyor ve yoğunlaşıyor. Son günlerde okuduğumuz bir
kitapta, sanal ağ (internet) üzerinden satış yapan bir kitap sitesinin, “bir
milyonuncu kitabı” Mayıs 2005’te sattığı bilgisini edindik. Herhâlde Türkiye’de
bir tek o site kitap satışı yapmıyor. Bugün pek çok okuldaki pek çok öğretmene,
her ay, iki ayda bir, bu sitelerden paketlerle kolilerle kitap geliyor. Bir
kitap, –bilhassa okullarda- onlarca kişi tarafından okunuyor. Yüz binlerce
basan kitaplar var son yıllarda. Ve bugün yıl 2011. Zaten bizim gözlemimize
göre “okuma” işi ülkemizde sekiz on yıldır hızlandı ya da biz sekiz on yıldır
bu işle hemhâl olmaya başladığımız için yapılmakta olan işleri görmeye başladık.
Yani, lütfen artık hiç kimse “altı kişiye bir kitap” muhabbeti yapmasın. Çünkü
o muhabbet çok bayatladı ve son kullanım tarihini çoktan geride bıraktı.
Umarız üniversitelerimizin Sosyoloji bölümleri;
Eğitim Fakültelerimizin Sınıf, Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümleri;
Edebiyat Fakültelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri 7-14, 14-18, 18-22,
22-30, 30-40 ve 40-50 yaş aralıkları için, yılda okunan kitap sayısıyla ilgili
olarak ayrı ayrı araştırmalar yaparlar da son durumu ortaya çıkarırlar. Biz
iddia ediyoruz ki, bugün itibariyle ülkemizdeki kitap okuma durumu, yaş
ortalaması yükseldikçe azalma söz konusu olsa bile, “malûm araştırma”nın
verileriyle kıyas kabul etmeyecek bir noktada.
NOT 7: Yazıya ulaşılabilecek internet adresi: Nevzat
YÜKSEL
nevzatyuksel.blogspot.com Ortaklar Anadolu
Öğretmen Lisesi
İletişim adresi: nevzatyuksel63@gmail.com Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Tel: 0546 4912288 0505 3776058 Germencik /
AYDIN