18 Haziran 2011 Cumartesi

TÜRK EDEBİYATINDA ÖNEMLİ ESERLER VE BUNLARIN SAHİPLERİ

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATINDA ÖNEMLİ ESERLER VE BUNLARIN SAHİPLERİ

Abbas Sayar: Yılkı Atı, Can Şenliği, Dik Bayır…
Abdülhak Şinasi Hisar: Fahim Bey ve Biz, Çamlıca’daki Eniştemiz, Boğaziçi Mehtapları, Geçmiş Zaman Köşkleri…
Adalet Ağaoğlu: Bir Düğün Gecesi, Ölmeye Yatmak, Fikrimin İnce Gülü…
Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir, Bursa’da Zaman, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Sahnenin Dışındakiler…
Ahmet Kutsi Tecer: Koçyiğit Köroğlu, Köşebaşı…
Ahmet Muhip Dıranas: Fahriye Abla, Olvido…
Âşık Mahzuni Şerif: İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım…
Âşık Veysel Şatıroğlu: Dostlar Beni Hatırlasın.
Ataol Behramoğlu: Bir Gün Mutlaka, Aşk İki Kişiliktir, Bebeklerin Ulusu Yok, Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var…
Attila İlhan: Abbas Yolcu, Duvar, Yasak Sevişmek, Sisler Bulvarı, Ben Sana Mecburum, Yağmur Kaçağı…
Aziz Nesin: Şimdiki Çocuklar Harika, Zübük, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz…
Bilge Karasu: Göçmüş Kediler Bahçesi…
Cahit Sıtkı Tarancı: Ömrümde Sükut, Otuz Beş Yaş, Ziya’ya Mektuplar, Düşten Güzel, Gün Eksilmesin Penceremden…
Cahit Külebi: Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda, Yeşeren Otlar, Türk Mavisi, Adamın Biri…
Cahit Zarifoğlu: İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller…
Cemal Süreya: Üvercinka, Beni Öp Sonra Doğur, Göçebe, Sevda Sözleri…
Cemil Meriç: Bu Ülke, Mağaradakiler, Kırkambar, Işık Doğudan Gelir, Umrandan Uygarlığa…
Edip Cansever: Yer Çekimli Karanfil, Masa Da Masaymış Ha, Çağrılmayan Yakup, Ben Ruhi Bey Nasılım, Sevda ile Sevgi…
Ece Ayhan: Bakışsız Bir Kedi Kara, Zambaklı Padişah, Sivil Şiirler, Şeyler Kitabı, Mısırkalyoniğne…
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Üç Şehitler Destanı, Çocuk ve Allah, Havaya Çizilen Dünya, Çakırın Destanı…
Behçet Necatigil: Kapalı Çarşı, Sevgilerde, Evler…
Fakir Baykurt: Yılanların Öcü, Kaplumbağalar, Tırpan, Irazca’nın Dirliği…
Haldun Taner: Keşanlı Ali Destanı, On İkiye Bir Var, Yaşasın Demokrsi, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, Vatan Kurtaran Şaban, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Fazilet Eczanesi, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Konçinalar…
Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı): Ege Kıyılarında, Mavi Sürgün, Merhaba Akdeniz, Ege’nin Dibi, Gülen Ada, Uluç Reis, Turgut Reis, Aganta Burina Burinata…
Haydar Ergülen: Karşılığını Bulmamış Sorular, Sokak Prensesi, Sırat Şiirleri…
Hilmi Yavuz: Bakış Kuşu, Doğu Şiirleri, Gizemli Şiirler…
Hüseyin Atlansoy: Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi, Şehir Konuşmaları, Kaçak Yolcu…
İlhan Berk: Otağ, Güneşi Yakanların Selâmı, Galile Denizi, Günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarkısı…
İsmail Habip Sevük: Tuna’dan Batı’ya, Yurttan Yazılar…
İsmet Özel: Evet İsyan, Celladıma Gülümserken, Erbain, Bir Yusuf Masalı…
Kemal Bilbaşar: Anadolu’dan Hikâyeler, Cevizli Bahçe, Ay Tutulduğu Gece, Kurbağa Çiftliği, Cemo, Memo…
Kemal Tahir: Devlet Ana, Esir Şehrin İnsanları, Yorgun Savaşçı, Kurt Kanunu, Yol Ayrımı, Rahmet Yolları Kesti…
Kemalettin Kamu: Bingöl Çobanları…
Mahmut Makal: Bizim Köy…
Melih Cevdet Anday: Mikado’nun Çöpleri…
Memduh Şevket Esendal: Otlakçı, Mendil Altında, Ev Ona Yakıştı, Ayaşlı ve Kiracıları, Vassaf Bey…
Mustafa Kutlu: Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül Ya Sefer, Arka Kapak Yazıları…
Nazım Hikmet Ran: Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuva-yı Milliye Destanı, Şeyh Bedrettin Destanı, 835 Satır…
Necati Cumalı: Tütün Zamanı, Nalınlar, Kızılçullu Yolu, Susuz Yaz…
Necip Fazıl Kısakürek: Kaldırımlar, Örümcek Ağı, Çile, Bir Adam Yaratmak, Çöle İnen Nur, Künye, Reis Bey...
Nurullah Ataç: Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri, Günce…
Orhan Asena: Hürrem Sultan, Simavnalı Şeyh Bedrettin, Atçalı Kel Mehmet…
Orhan Kemal: Murtaza, Ekmek Kavgası, 72. Koğuş, Hanımın Çiftliği, Bereketli Topraklar Üzerinde, Baba Evi…
Orhan Pamuk: Cevdet Bey ve Oğulları, Benim Adım Kırmızı, Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Kar, Masumiyet Müzesi…
Orhan Veli Kanık: Garip, Vazgeçemediğim, Yenisi, Karşı, Kitabe-i Seng-i Mezar, İstanbul’u Dinliyorum…
Oğuz Atay: Tutunamayanlar, Korkuyu Beklerken, Bir Bilim Adamının Romanı…
Ömer Bedrettin Uşaklı: Bedrettin Üzerine Şiirler…
Peyami Safa: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Fatih- Harbiye, Yalnızız, Sözde Kızlar, Bir Tereddüdün Romanı…
Recep Bilginer: Sarı Naciye, Parkta Bir Sonbahar Günüydü…
Refik Erduran: Karayar Köprüsü, Canavar Cafer, Cengiz Hanın Bisikleti…
Reşat Nuri Güntekin: Çalıkuşu, Değirmen, Acımak, Miskinler Tekkesi, Yeşil Gece, Tanrı Misafiri, Yaprak Dökümü, Balıkesir Muhasebecisi…
Rıfat Ilgaz: Hababam Sınıfı, Karartma Geceleri, Don Kişot İstanbul’da…
Ruşen Eşref Ünaydın: Diyorlar ki…
Sabahattin Ali: Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, Kağnı, Ses, Sırça Köşk…
Sadri Ertem: Çıkrıklar Durunca…
Samim Kocagöz: Kalpaklılar, Doludizgin…
Sait Faik Abasıyanık: Havada Bulut, Son Kuşlar, Sarnıç, Mahalle Kahvesi, Semaver, Şahmerdan, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Medar-ı Maişet Motoru…
Sedat Umran: Meşaleler, Gittin Taş Atarak Denizlerime, Parmak Uçlarımdaki Yangın...
Selim İleri: Her Gece Bodrum, Dostlukların Son Günü…
Sezai Karakoç: Körfez, Şahdamar, Hızır’la Kırk Saat, Mona Rosa, Kıyamet Aşısı, Ayinler…
Suut Kemal Yetkin: Günlerin Götürdüğü, Edebiyat Konuşmaları…
Talip Apaydın: Sarı Traktör, Vatan Dediler, Susuzluk…
Tarık Buğra: Küçük Ağa, Osmancık, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İbiş’in Rüyası…
Turan Oflazoğlu: Deli İbrahin, Keziban, 4. Murat, Genç Osman, Kösem Sultan, Sokrates Savunuyor…
Turgut Özakman: Ah Şu Gençler, Töre, Bir Şehnaz Oyun, Şu Çılgın Türkler…
Turgut Uyar: Dünyanın En Güzel Arabistanı, Göğe Bakma Durağı, Türkiyem, Arz-ı Hâl…
Yaşar Kemal: İnce Memed, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yer Demir Gök Bakır, Üç Anadolu Efsanesi, Orta Direk, Yılanı Öldürseler, Teneke, Sarı Sıcak, Ölmez Otu, Ağrı Dağı Efsanesi, Yusufçuk Yusuf…
Yusuf Atılgan: Anayurt Oteli, Aylak Adam, Canistan…
Ziya Osman Saba: Sebil ve Güvercinler, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi…

MİLLÎ EDEBİYAT VE MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ EDEBİYATI İÇİN BİLİNMESİ GEREKEN ÖNEMLİ ESERLER VE SAHİPLERİ

Ebubekir Hazım Tepeyran: Küçük Paşa.
Falih Rıfkı Atay: Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Ateş ve Güneş, Zeytindağı, Çankaya, Taymis Kıyıları.
Faruk Nafiz Çamlıbel: Sanat, Çoban Çeşmesi, Han Duvarları, Canavar.
Halide Edip Adıvar: Türk’ün Ateşle İmtihanı, Handan, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal, Dağa Çıkan Kurt, Mor Salkımlı Ev, Tatarcık, Yol Palas Cinayeti.
Halit Fahri Ozansoy: Aruza Veda.
Mehmet Akif Ersoy: Safahat.
Mehmet Emin Yurdakul: Ey Türk Uyan, Cenge Giderken, Türkçe Şiirler, Türk Sazı, Tan Sesleri, Ordunun Destanı.
Mehmet Fuat Köprülü: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Türk Edebiyatı Tarihi.
Mithat Cemal Kuntay: Üç İstanbul, Türk’ün Şehnamesi.
Musahipzade Celâl: Köprülüler, Bir Kavuk Devrildi.
Orhan Seyfi Orhon: Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi.
Ömer Seyfettin: Bomba, Kaşağı, Yalnız Efe, Kızıl Elma Neresi?, Yüksek Ökçeler, Başını Vermeyen Şehit, Bahar ve Kelebekler, Falaka, Efruz Bey, Diyet, İlk Düşen Ak, Pembe İncili Kaftan.
Refik Halit Karay: Memleket Hikâyeleri, Yezidin Kızı, Bugünün Saraylısı, İstanbul’un İçyüzü, Gurbet Hikâyeleri, Sürgün.
Reşat Nuri Güntekin: Anadolu Notları, Damga, Yaprak Dökümü, Miskinler Tekkesi, Tanrıdağı Ziyafeti, Çalıkuşu.
Rıza Tevfik Bölükbaşı: Uçun Kuşlar.
Yahya Kemal Beyatlı: Kendi Gökkubbemiz, Acımak, Dudaktan Kalbe, Yeşil Gece, Eğil Dağlar, Tarih Musahabeleri, Eski Şiirin Rüzgârıyla, Rubailer ve Hayam Rubailerini Türkçe Söyleyiş, Aziz İstanbul.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Sodom ve Gomore, Politikada 45 Yıl, Nur Baba, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Kiralık Konak, Yaban, Ankara, Hep O Şarkı, Hüküm Gecesi, Panorama, Erenlerin Bağından, Okun Ucundan, Bir Serencam, Ergenekon, Zoraki Diplomat, Millî Savaş Hikâyeleri.
Ziya Gökalp: Altın Işık, Kızıl Elma, Yeni Hayat, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, Türk Medeniyeti Tarihi, Türkçülüğün Esasları.

Millî Mücadele Yıllarında veya Sonrasında Yazılmış Millî Mücadele Konulu Önemli Eserler

İstiklâl Marşı (şiir) Mehmet Akif Ersoy
Dumlupınar Yolunda (şiir) Kemalettin Kamu
Üç İstanbul (roman) Mithat Cemal Kuntay
Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (hatıra) Ebubekir Hazım Tepeyran
Üç Şehitler Destanı (şiir) Fazıl Hüsnü Dağlarca
Kuvayı Milliye Destanı (şiir) Nazım Hikmet Ran
Dağa Çıkan Kurt (hikâye) Halide Edip Adıvar
Millî Savaş Hikâyeleri (hikâye) Yakup Kadri
Vurun Kahpeye (roman) Halide Edip Adıvar
Ateşten Gömlek (roman) Halide Edip Adıvar
Sodom ve Gomore, Yaban, Ankara (roman) Yakup Kadri
Yeşil Gece (roman) Reşat Nuri Güntekin
Esir Şehrin İnsanları, Yorgun Savaşçı (roman) Kemal Tahir
Küçük Ağa (roman) Tarık Buğra
Kalpaklılar (roman) Samim Kocagöz
Kurtlar Sofrası (roman) Attilâ İlhan
Vatan Yolunda (hatıra) Yakup Kadri
Türk’ün Ateşle İmtihanı (hatıra) Halide Edip
Ergenekon (makale) Yakup Kadri

SERVET-İ FÜNÛN VE FECR-İ ÂTİ DÖNEMLERİ İÇİN BİLİNMESİ GEREKEN ÖNEMLİ ESERLER

Ahmet Haşim: Göl Saatleri, Piyale, Bize Göre, Frankfurt Seyahatnamesi, Gurabahane-i Lâklâkan.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu: Çağlayanlar, Haristan ve Gülistan
Ahmet Rasim: Şehir Mektupları, Ramazan Sohbetleri, Eşkal-i Zaman.
Cenap Şahabettin: Hac Yolunda, Tiryaki Sözleri, Avrupa Mektupları,Evrak-ı Eyyam, Nesr-i Sulh,
Halit Ziya Uşaklıgil: Mensur Şiirler, Ferdi ve Şürekası, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl, Saray ve Ötesi, Bir Acı Hikâye, Aşk-ı Memnu.
Hüseyin Cahit Yalçın: Hayal İçinde, Hayat-ı Muhayyel
Hüseyin Rahmi Gürpınar: Gulyabani, Mürebbiye, Şık, Şıpsevdi, Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Mehmet Rauf: Eylül, Ferda-yı Garam, Siyah İnciler,
Tevfik Fikret: Rübâb-ı Şikeste, Rübabın Cevabı, Şermin, Halûk’un Defteri, Doksanbeşe Doğru,

TÜRK EDEBİYATINDAN ROMAN ÖZETLERİ

TAAŞŞUK-I TALÂT VE FİTNAT (Şemsettin Sami)

Yetim olan Talât, iş yerine gidip gelirken Hacı Mustafa’nın üvey kızı Fitnat’a âşık olur. Fitnat da Talât’ı sever. Ancak Hacı Mustafa, Fitnat’ı zengin ve yaşlı biri olan Ali Bey ile evlendirir. Buna dayanamayan Fitnat intihar eder. Fitnat’la evlenen Ali Bey ise, Fitnat’ın boynundaki muskayı açıp okuduğunda Fitnat’ın kendisinin öz kızı olduğunu öğrenir ve bir süre sonra delirip ölür. Bütün bu olanlara dayanamayan Talât da yatağa düşer. Bir süre sonra o da ölür.

İNTİBAH (Namık Kemal)

Ali Bey, yirmi yirmi bir yaşlarında bir gençtir. Ailesinin koruması altında büyür. Babası ölünce bunalıma girer ve kendini Çamlıca gibi gezinti yerlerine vurur. Çamlıca’da gördüğü güzel bir kadın olan Mehpeyker’e âşık olur. Ali Bey, Mehpeyker uğruna eve geç gelmeye, bazı geceler hiç gelmemeye, işe gitmemeye ve içmeye başlar. Bir mirasyedi gibi bütün servetini harcar ve annesini üzer. Annesi Ali Bey’i eve bağlamak için, eve Dilâşup adında bir cariye alır. Ancak Ali Bey’in gözü Mehpeyker’den başkasını görmez. Mehpeyker, birçok erkekle birlikte olan bir kadındır. Bunu öğrenen Ali Bey, ondan ayrılır ve Dilâşup ile evlenir. Terk edilmenin intikamını almak isteyen Mehpeyker, Bir oyun çevirip Dilâşup ile Ali Bey’i ayırır. Ali Bey, Dilâşup’u satar. Ali Bey’in annesi kahrından ölür. Mehpeyker Dilâşup’u zengin âşığı aracılığıyla satın alır ve onu kötü yola düşürmek için uğraşır. Hırsını alamayan Mehpeyker, Ali Bey’i öldürmek ister. Bunu öğrenen Dilâşup, Ali Bey’i korur ve onun yerine kendisi öldürülür. Durumu öğrenen Ali Bey de Mehpeyker’i öldürerek hapse girer ve bir süre sonra o da ölür.

SERGÜZEŞT (Sami Paşazade Sezai)

Romanda, Dilber adlı cariye ile onun ait olduğu konağın genç oğlu Celâl arasındaki aşktan yola çıkarak kölelik kurumunu anlatır. Avrupa’da resim öğrenimi gören oğullarına, kendileri gibi aristokrat tabakadan bir kızla evlilik düşleyen anne-baba, oğullarının Dilber’i sevdiğini öğrenince kızı gizlice bir esirciye satarlar. Dilber, Mısır’a götürülerek zengin bir tüccara satılır. Odalık olmayı reddeden Dilber, dövülerek veya hapsedilerek türlü eziyetlere maruz bırakılır. Dilber’e âşık olan haremağası onu kaçırarak İstanbul’a geri götürmek ister. Fakat kaçış sırasında haremağası merdivenden düşer ve ölür. Bunun üzerine Dilber, İstanbul’a tek başına gidemeyeceğini Fakat konaktaki işkenceli hayata dönemeyeceğini düşünür ve kendini Nil nehrine atarak canına kıyar.

FELÂTUN BEY İLE RAKIM EFENDİ (Ahmet Mithat Efendi)

Roman iki ana karakter üzerine kurulmuştur. Bunlardan Felâtun Bey, Batılılaşmayı yanlış algılayan, mirasyedi, züppe bir tiptir. Rakım Efendi ise, yerli kültürü temsil eden, kendi kendini yetiştirmiş, “Doğu”yu da “Batı”yı da tanıyan bilinçli bir tiptir. Eserde, Felâtun Bey yerilirken, bilinçli, çalışkan ve örnek bir insan olarak Rakım Efendi övülmektedir.

MAİ VE SİYAH (Halit Ziya Uşaklıgil)

Mai ve Siyah romanı, Servet-i Fünûn dönemi sanatçılarının karamsar ruh hâlini yansıtır. Bu dönem aydınlarının “Ahmet Cemil” karakteriyle sembolize edildiği bu roman, orta halli bir ailenin çocuğu olan Ahmet Cemil’in, bünyesinde çalıştığı “Mirat-ı Şuun” gazetesinin onuncu yılında Tepebaşı bahçesinde “mavi” bir gecede kurduğu hayallerle başlar. Bu hayallere göre Ahmet Cemil, yazdığı yeni şiirlerle ünlü bir şair olacak, şiir kitabı çok satacak ve böylece zengin olacak; sonra da zengin bir ailenin çocuğu olan Hüseyin Nazmi’nin kız kardeşi Lâmia ile evlenecektir. Ancak kendi elleriyle evlendirdiği kendi kız kardeşinin, hamileyken kocasından yediği bir tekme sonucunda sonucu ölmesi, yeniliklerle yüklü şiirlerinin edebiyat çevrelerinde alay konusu edilmesi ve bu yüzden şiir kitabını yakması, bu arada Lâmia’nın bir subayla nişanlanması, Ahmet Cemil’de uzak diyarlara kaçma arzusu doğurur. Bu sebeple Yemen’e memur olarak gider. Yolculuk sırasında, mavi bir gecede kurduğu hayalleri hatırlar ve gecenin karanlığında gökyüzünün “siyah”lığına dalar.

EYLÜL (Mehmet Rauf)

Suat (kadın) ile Süreyya’nın (erkek) beş yıllık evliliklerinin dinginliği, Necip’in ortaya çıkmasıyla Necip ile Suat arasında duygusal bir yakınlık doğurur. Necip, Süreyya’nın halasının oğludur. Bu genç çiftin evlerine gelip gittikçe Suat’ ilgi duymaya başlar ve ona âşık olur. Suat da bu duygulara kayıtsız değildir. Ancak ne Suat eşine, ne de Necip halasının oğluna ihanet etmek istemektedir. Her ikisi de sürekli bir duygu çatışması içindedir. Yazar, Suat ile Necip’in ruh dünyalarındaki çalkalanışları başarıyla tahlil eder. Bir gece konakta bir yangın çıkar ve Suat alevlerin arasında kalır. Onu kurtarmak isteyen Necip de alevler arasına dalar; fakat bu yangından ikisi de kurulamaz.

MÜREBBİYE (Hüseyin Rahmi Gürpınar)

Romanda, Anjel’in, “mürebbiye” (çocuk eğiticisi) olarak çalıştığı evin erkeklerini, para sızdırmak için ayartıp baştan çıkarması ve onları birbirine düşürmesi anlatılır. Anjel, otoriter bir aile reisi olan Dehri Efendi’nin yalısında mürebbiyedir. Evin genç oğlu Şemi’yi, Amca Bey’i ve damat Sadri’yi baştan çıkarmıştır. Dehri Efendi, Şemi ile Amca Bey’in yalının harem dairesine girmelerini yasaklar. Bir gece damat Sadri’yi hançerle öldürmek için Anjel’in odasına giren Şemi, kilitli bulunan dolabı açar. Dolabın içinde Dehri Efendi’yi görünce düşüp bayılır. Eserde bir bakıma, “yabancı” mürebbiyelerin çalıştıkları evlerde yol açtıkları ahlâksızlık işlenmiştir.
ATEŞTEN GÖMLEK (Halide Edip Adıvar)

Kurtuluş Savaşı yıllarını konu edinen ilk eser olan bu roman, Peyami’nin ağzından hatıra şeklinde kaleme alınır. Anadolu’da savaşa katılan Peyami, Sakarya Savaşı’nda bacaklarını kaybeder. Hastanede, başındaki kurşunun çıkarılmasını beklerken, başından geçenleri kaleme alır.Peyami ve İhsan’ın Ayşe’ye duydukları sevgi, İzmir’in işgali ve Kurtuluş Savaşı gerçekliği içinde anlatılır. Aşkın, savaş ortamında “ikincil” öneme sahip olması gerektiği vurgulanır.

ÇALIKUŞU (Reşat Nuri Güntekin)

Küçük yaşta anne ve babasını kaybeden Feride, teyzesinin koruması altında bir Fransız yatılı okuluna gönderilir. İstanbullu olan ve Batı kültürü ile yetişen bir aydın olan Feride, teyzesinin oğlu Kâmuran ile nişanlanır. Birbirlerine âşık olan bu çiftin evliliği bir kadının Feride’ye getirdiği bir mektup ile engellenir. Çünkü bu mektupta, Kâmuran’ın İsviçre’deyken Münevver adlı hasta bir kadınla ilişkisi olduğu ve ona evlenme sözü verdiği yazılıdır. Böyle bir yıkımla karşılaşan Feride, İstanbul’dan uzaklaşmak istediği için Anadolu’da öğretmenlik yapar. Feride, Zeyniler Köyü’nde Munise adlı öksüz, küçük bir kızı koruması altına alır. Genç, güzel ve idealist bir öğretmen olan Feride, başından geçenleri, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yaparkenki izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini, yaşadığı zorlukları günü gününe yazar.

YAPRAK DÖKÜMÜ (Reşat Nuri Güntekin)

Ali Rıza Bey, karısı, üç kızı ve bir oğluyla İstanbul’da geçim sıkıntısı içindedir. Ali Rıza Bey’in oğlu Şevket’in bir bankaya memur olarak girmesi aile için adeta bir kurtuluş olarak değerlendirilir. Ancak Şevket, gezmeye ve eğlenceye düşkün bir kadınla evlenir. Ali Rıza Bey’in kızları Leyla ile Necla, gelinin etkisi altında yaşamaya başlayınca ailede ekonomik sıkıntılar had safhaya ulaşır ve yaprak dökümü başlar. Ali Rıza Bey’in büyük kızı Fikret, kendini kurtarmak için çocuklu, dul bir adamla evlenir ve Adapazarı’na gider. Şevket, karısının isteklerine yetişebilmek için bankadan gizlice para alır ve durum anlaşılınca hapse girer. Ali Rıza Bey, evini satar ve küçük bir ev satın alır. Aile bu eve taşınır. Necla’nın zengin diye evlendiği Suriyelinin birkaç karısının olduğu ortaya çıkar. Leyla ise zengin bir avukatın metresi olur. Yaşadığı acılar sonunda Ali Rıza Bey felç olur. Leyla, babasını yanına alır. Ali Rıza Bey iyileşir; fakat hayatın zorlukları ve acıları karşısında boynu büküktür.

YABAN (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)

Bu roman, köylü-aydın çatışmasını konu edinmiştir. Roman kahramanı Ahmet Celâl, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybeder ve İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi sebebiyle, emir eri Mehmet Ali’nin Eskişehir yakınlarında Porsuk Çayı kıyısındaki köyüne gider. Yabancı olduğu için halkla bir kopukluk yaşayan Ahmet Celâl, burada Emine’ye âşık olur. Köy, Yunanlılar tarafından işgal edilince Emine ile birlikte baskından kaçmaya çalışır. Ancak ikisi de vurulur. Emine ağır yaralıdır. Bunun üzerine Ahmet Celâl, hatıralarını yazdığı ve köyden kaçarken yanına aldığı defteri Emine’nin eline sıkıştırır. Köyden uzaklaşır. Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman zulümlerini araştıran bir kurul, yıkıntılar ve yakılmış insan cesetleri arasında bu defteri bulur. Bu defter, Ahmet Celâl’in yalnızlık psikolojisini yansıtmakla birlikte, köylülerin Salih Ağa’ya bağlılıkları merkezinde süren cehaletlerini anlatır.

KÜÇÜK AĞA (Tarık Buğra)

Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Türk romanlarından biridir. İstanbul’da Fatih Medresesi’nde vaazlar veren ve kendisi de medrese kökenli biri olan Mehmet Reşit Efendi romanın baş kişisidir. Millî Mücadele sırasında Padişahtan yana olup Kuvayı Milliye’ye ve önderleri Haydar Bey’e karşı durur, Millî Mücadele’yi köstekler. 1919’da Anadolu’ya (Akşehir’e) gönderilir. Halk arasında “İstanbullu Hoca” olarak bilinen Mehmet Reşit Efendi, Kuvayı Milliyecileri vatan hainliğiyle suçlar ve Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesinde bir müfrezeyi yönetir. Zaman zaman, doğru yolda olup olmadığının çatışmasını yaşar. Sonunda, onu yakalamakla görevli Çolak Salih’in konuşmaları üzerine, Kuvayı Milliye’nin haklılığını kavrar ve kendisi de Kuvayı Milliyeci olur. Bu roman, önceleri hilâfet yanlısı olup sonradan Millî Mücadelenin haklılığını kavrayan, medrese kökenli bir hocanın şahsında o dönemdeki ikilemleri de yansıtır.

İNCE MEMED (Yaşar Kemal)

Türk romanında “ağa” tiplemesi denince akla “Abdi Ağa” gelir. Romanda, Çukurova ve Toroslarda sürüp giden sosyal ve geleneksel sorunlara karşı mücadele eden İnce Memed’in hayatı ve mücadelesi anlatılır. Abdi Ağa, halkı ezen, ona zulmeden bir kişidir. İnce Memed, Abdi Ağa’nın zulümlerine karşı gelir ve dağa çıkarak eşkıya olur. Eserde, ezen-ezilen, ağa-köylü çatışması işlenir. Ezilenler eşkıya olup dağa çıkarlar ve sömürenlere karşı halkı korurlar.

DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU (Peyami Safa)

Yaşananların, on beş yaşına basmış bir çocuğun bakış açısıyla anlatıldığı bu romanda çocuğun adı belirtilmemiştir. Yedi yaşından beri bacaklarından birinin ağrısını çeken bu çocuk, annesiyle birlikte yoksul bir hayat sürmektedir. Kemik veremi teşhisi konulan bu hastalığı çaresi, çocuğun sakin, sorunsuz bir hayat sürmesi ve iyi beslenmesine bağlıdır. Aksi halde çocuğun bacağı kesilecektir. Durumu öğrenen ve çocuğun akrabalarından olan bir paşa, onu Erenköy’deki köşküne, yanına alır. Çocuk burada, paşanın kendisinden büyük olan kızı Nüzhet’e âşık olur. Ancak Nüzhet’in, zengin bir doktor olan Ragıp Bey ile evlendirileceğini öğrenince hastalığı pekişir ve çok acı çeker. Köşkten kaçar ve hastaneye yatar. Başarılı bir ameliyatla bacağı iyileşir. Hastaneden çıktığında, Nüzhet’in Doktor Ragıp ile evlendiğini öğrenir.

EDEBİYAT AKIMLARI

Edebî Akım: Edebiyata bakış açıları, yaklaşımları, tutumları yönünden benzerlik bulunan yazar ve şairlerin meydana getirdiği bir sanat olgusuna edebi akım denir.
1-Hümanizm: Felsefede “insancıllık” yani ırk ve din farkı gözetmemek, bütün insanların iyiliğini düşünmek anlamına gelir. Edebiyatta “yeniden doğuş, uyanış” anlamlarındadır. 14. ve 16. yüzyıllarda Yunan ve Latin edebiyatlarını yeni bir sevgi ile geliştirmeye çalışan, Avrupa’da benimsenmiş bir edebiyat akımıdır. İtalya’da doğmuştur. Dante, Petrarca, Boccacio bu akımın İtalya’da en büyük temsilcileri oldular. İtalya’dan sonra hümanizmin en büyük temsilcileri 16. yüzyılda Fransa’da yetişmiştir: “Rabelais, Montaigne, Ronsard gibi”. Hümanizm iki sebepten doğmuştur: Ortaçağ zihniyetine (kilise ve devlet baskısına) duyulan tepki ve klasik Yunan-Latin edebiyatlarına duyulan hayranlık. Hümanizmin temel görüşleri şöyle özetlenebilir:
a) Çok tanrılı devirlere hayranlık b) Yunan-Latin edebiyatına duyulan özlem ve hayranlık
c) Eskiler gibi yazma hevesi ç) Biçim ve üslûba büyük önem verme d) Milli hayattan uzak bir edebiyat oluşumu
e) Eskilerin kullandığı tür ve biçimlerin yanı sıra dünya görüşlerinin ve fikirlerinin de taklit edilmesi

2-Klasizm: 17. yüzyılda Fransa’da gelişmiştir. İlkelerinin belirlenmesinde Fransız eleştirmen Boileau’nun (Bualo) katkısı olmuştur. Başlıca ilkeleri şunlardır:
a) Klasizme göre sanatın üç temeli vardır: Akıl, sağduyu ve tabiat (doğa).
b) Tabiat kavramı “insanın iç dünyası, insanın değişmeyen iç yapı gerçeği” anlamında kullanılmıştır. Bir eser, güzelliğini ve değerini akıldan alır. Sağduyuya yaslanmayan anlatımın estetiği yoktur.
c) Gerçeğin ve “doğa”nın akıl yoluyla incelenmesine önem verilmiştir.
ç) Grek (Eski Yunan) ve Latin edebiyatçıları örnek alınmıştır.
d) Yalnız seçkin ve olgun insanlar ele alınmış, bunların sadece ruhları incelenmiştir.
e) Ahlâki bir amaç güdülmüş, tutkulara gem vurulup erdeme önem verilmiştir.
f) İnsan dışındaki her şey (giysi, dekor, doğal çevre…) ihmal edilmiştir.
g) Eserler seçkin kişilerin konuştuğu dilde yazılmıştır.
ğ) Üslûp süssüz, sade, açık, sağlam ve yapmacıklıktan uzaktır.
h) Eserlerde biçim kusursuzluğuna, mükemmelliğe önem verilmiştir.
I) Konuya değil, konunun işleniş biçimine önem verilmiştir.
Klasizmin başlıca temsilcileri şunlardır:
Pierre Corneille (şair ve oyun yazarı – Le Cid, Horace, Cinna, La Place), Jean Racine (trajedi yazarı – Iphigenia, Athalle, Britanicus, Andromaque), Moliere (komedi yazarı – Tartuffe, Kadınlar Okulu, Kocalar Okulu, Kibarlık Budalası, Cimri, Zoraki Tabip, Gülünç Kibarlar, Bilgiç Kadınlar, Hastalık Hastası), La Fontaine (fabllarıyla ünlüdür), Pascal (filozof – Düşünceler, Taşra Mektupları), Descartes (filozof – Usül Üzerine Nutuk, Metafizik Düşünceler, Aklın Yönetilmesi İçin Kurallar), La Bruyere (Karakterler), Boileau (şair ve eleştirmen – Hicivler, Manzum Mektuplar, Şiir Sanatı), Madame de La Fayette (Princesse de Cleves-psikolojik roman), Fenelon (Telemaque). Bizim edebiyatımızda ise Şinasi.

Klasizm’de tiyatro, “trajedi” ve “komedi” olmak üzere ikiye ayrılır:

Trajedi: Hayatın acıklı yönlerini, kendine özgü kurallarla sahnede göstermek, ahlâk, erdem örneği vermek amacıyla yazılmış manzum tiyatro eserlerine denir. Belli başlı özellikleri ve kuralları şunlardır:
a) Konular tarihten, mitolojiden, efsanelerden ve seçkin kişilerin hayatından alınır.
b) Kişiler tanrı, tanrıça ve soylu kişilerdir. Bunların dil ve söyleyişleri kişiliklerine uygun olarak soyludur. Kötü, bayağı sözler ve söyleyişler yoktur.
c) Dövüşme, yaralama ve öldürme gibi korkunç ve çirkin olaylar sahnede gösterilmez; haber verilir.
ç) Eserler manzum olarak yazılır.
d) Perde yoktur. Eser beş bölüm olarak düzenlenir; bölümler arasında koronun lirik şiirleri yer alır.
e) Üç birlik kuralına uyulur. (Tiyatroda “zaman, yer (mekan) ve ana olay” birliğine denir. Yani bir ana olay, aynı yerde, bir günde geçebilecek şekilde düzenlenir. Buna “üç birlik kuralı” adı verilir.)

Komedi: Hayatın gülünç yönlerini, güldürmek ve düşündürmek amacıyla sahnede yansıtmak için yazılmış tiyatro eserlerine komedi denir. Komedinin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Konu günlük hayattan ve yaşanan olaylardan seçilir.
b) Kişiler halktan ve üst sınıflardan her çeşit insan olabilir. Kişiliklere uygun her türlü söz ve söyleyişe yer verilir.
c) Kişilerin her çeşit davranışları (öldürme, yaralama vb) sahnede geçebilir.
ç) Eserler genellikle beş perde olarak yazılır.
d) Üç birlik kuralına uyulur. e) Komik durumlar ortaya konur.
Komediyi “karakter komedisi, entrika komedisi (vodvil), töre komedisi, satir” gibi çeşitlere ayırmak mümkündür.
3-Romantizm: Klasizme tepki olarak 18. yüzyılda İngiltere ve Almanya’da ortaya çıkmış, Fransa’da gelişmiş bir edebiyat akımıdır. Victor Hugo’nun “Hernani” adlı eseriyle varlığını duyurmuştur.
Romantizmin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Klasik edebiyatın bütün kural ve biçimleri kırılmıştır.
b) Akıl, mantık ve sağduyunun yerine duygu, coşku ve serbest düşünce ön plana çıkmıştır.
c) Yunan ve Latin edebiyatları örnek alınmaktan vazgeçilmiş, eserlerde milli, dini duygulara ve konulara, milli efsanelere geniş yer verilmiş; aşk, tabiat ve ölüm konuları çokça işlenmiştir.
Ç) Şahsi duygular, hayaller ve heyecanlar ön plandadır.
d) “Deha akılda değil, yürektedir.” düşüncesi benimsenmiştir.
e) Sanatçılar olaylar karşısında kendi görüş ve düşüncelerini gizlememişler, bunları okuyucuya yansıtmışlardır.
f) Romantizm bir bakıma milletlerin kendi kültür ve edebiyatlarında kendilerini bulmaları, kendi kimliklerine dönmeleridir.
g) Romantik sanatçılar genelde yalnızlığı seven, duygulu ve melankolik tiplerdir.
ğ) Klasiklerin insanı soyut bir varlık olarak ele almalarına karşılık, romantikler insanı tabiî ve sosyal çevresiyle birlikte ele almışlar, çeşitli tasvirlerle anlatmışlardır.
h) Genel olarak, “sanat toplum içindir” görüşü hakimdir. İnsanın düzeltilmesinden önce toplumun düzeltilmesi gerektiği düşüncesindedirler.
I) Klasik tiyatronun bütün kuralları yıkılmış, tiyatroda “dram” türü ortaya çıkmıştır.
Romantizmin Belli Başlı Temsilcileri
Jean Jeack Rousseau (Fransız-filozof): “Emile, İtiraflar, Sociale”
Goethe(Alman-şair, tiyatro, roman,otobiyografi yazarı): “Faust, Genç Werther’in İtirafları, Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları, Roma Mersiyeleri vb.)
Schiller(Alman-dram şairi): “Haydutlar, Don Carlos, Maria Stuart, Hile ve Sevgi, Wilhelm Tell”
Madamme de Stael(Fransız): “Edebiyata Dair, Almanya’ya Dair”
Chateaubriand(Fransız): “Mezar Ötesinden Anılar, Atala, Rene”
Victor Hugo(Fransız-şair,roman ve dram yazarı): “Sefiller, Cromwell, Hernani, Notre Dame’ın Kamburu…”
George Sand (Fransız kadın romancı): “Mektuplar, Ömrümün Hikâyesi, Valentine, Pembe ve Beyaz”
Alfred de Musset (Fransız-şair ve tiyatro yazarı): “Geceler, Tanrıya Bağlanan Umut, Bir Zamane Çocuğunun İtirafları, İspanya ve İtalya Hikâyeleri”
Aleksandre Dumas (Fransız-romancı): “Üç Silâhşorler, Monte Kristo Kontu”
Lamartine(Fransız-şair ve roman yazarı): “Tefekkürler, Raphael, Graziella”
Lord Byron(İngiliz-şair): “Şilyon Mahpusu, Manfred, Gavur”
Shelley(İngiliz-şair): “Kurtulmuş Promete, Şairin Savunması, Yalnızlığın Ruhu”
Türk edebiyatında; Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Abdülhak Hâmid Tarhan.

4- Realizm: 19. yüzyılda romantizme tepki olarak Fransa’da ortaya çıkan, Gustave Flaubert’in “Madame Bovary” adlı eseriyle öncülük ettiği bir edebiyat akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Gözleme büyük önem verilir. Görülenler olduğu gibi, güzellik ve çirkinlikleriyle anlatılır.
b)Günlük hayatta yaşanan veya yaşanması mümkün olan olay ve durumlar anlatılır. Olağanüstü olay ve kişiler yoktur. Olayların sosyal sebepleri dikkate alınır.
c) Çevrenin insan üzerindeki etkisi dikkate alınarak çevre tasvirlerine büyük önem verilir.
ç) Sanatçılar eserlerinde kendi kişiliklerini gizlerler. Olayları tarafsız bir gözle anlatırlar.
d) Kelimelerin ve cümlelerin yerli yerinde olmasına, üslûbun açık, sağlam ve yapmacıklıktan uzak olmasına önem verilir. e) Sanat, ahlâk dersi verme aracı olarak görülmez.
f) Sade, anlaşılır bir dil kullanılır, anlatımda argoya yer verilmez.
Realizmin belli başlı temsilcileri şunlardır:
Honore de Balzac (Fr.) “Goriot Baba, Vadideki Zambak”
Gustave Flaubert (Fr.) “Madame Bovary, Salammbo”
Stendhal (Fr.) “Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı”
Dostoyevski (Rus) “Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Delikanlı, Ecinniler, Ezilenler, İnsancıklar, Ölü Bir Evden Anılar, Kumarbaz, Budala”
Tolstoy (Rus) “Savaş ve Barış, Diriliş, Anna Karenina, Hacı Murat, Yaşayan Ölü, Karanlığın Kudreti”
Anton Çehov (Rus) “Bozkır, 6. Koğuş, Altı Numaralı Oda, Büyücü Kadın, Üç Hemşire Bir Meçhulün Hikâyesi”
Ernest Hemingway (Amerikalı) “Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Silâhlara Veda, İhtiyar Balıkçı”
Bunlardan başka; Maksim Gorki, Turgenyev, Sholov (Rus), Guy de Maupassant, Alfhonse Daudet (Fr.), Charles Dickens, Eliot, Bronte (İng.), Tomas Mann (Alm.), Mark Twain (Amerikalı).

Türk edebiyatında; Halit Ziya Uşaklıgil, Nabizade Nazım, Samipaşazade Sezai, Recaizade Mahmut Ekrem, Yakup Kadri, Refik Halit, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz, Cahit Külebi, Orhan Kemal, Kemal Tahir…
5-Natüralizm: 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. (Natüre, “doğa,tabiat” anlamındadır.) Natüralizmin belli başlı özellikleri şunlardır:
a) Realizme bir tepki değildir. Realizmin kurallarının daha katılaştırılmış bir şekli olarak adlandırılabilir.
b) Realizmdeki gözlemcilik sürdürülmüş, buna ek olarak bilimlerdeki deney yöntemi de sanata aktarılmıştır.
c) Bilimlerin özünü oluşturan “determinizm” kuralı sanatta da savunulmuştur. (Determinizm: Aynı sebepler, aynı şartlar altında aynı sonuçları doğurur.)
ç) Olaylar ve durumlar, bilimsel bir nesnellikle (objektiflikle) ele alınmıştır.
d) Çevre tasvirlerine geniş yer verilmiştir.
e) Sanatçılar eserlerinde kişiliklerini gizlemişlerdir. İğrenç, bayağı ve çirkin olarak adlandırılabilecek sahnelerin anlatımından çekinilmemiştir.
f) Natüralizmde irsiyet (soyaçekim) de çok önemlidir.
g) Bilimin verilerini sanata da uyguladığı için, natüralist romana “deneysel roman” da denmektedir.
ğ) Realizmden farklı olarak, biçim mükemmelliği yoktur. Eserlerde dağınık bir anlatım görülür.
h) Dil sade, anlatım açık ve yalındır.
ı) Natüralistler, olayların anlatımında tam bir tarafsızlık içindedirler.
i) Eserlerde “savaş, açlık, fakirlik, hastalıklar yüzünden insanların düştüğü durumlar” anlatılır.
Natüralizmin belli başlı temsilcileri şunlardır:
Emile Zola (Fr.) “Germinal, Toprak, Doktor Paskal, Hakikat, Eser, Nana”
Alphonse Daudet (Fr.) “Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri, Jack …”
Guy de Maupassant (Fr.) “Güzel Dost, Bir Hayat, Ölüm Kadar Acı”
Goncourt Kardeşler (Fr.) “Salomon, Journal, Manette, Renee Maperin”
John Steincback (Amerikalı) “Gazap Üzümleri, Fareler ve İnsanlar, İnci, Bitmeyen Kavga, Cennet Yolu, Uğurlu Perşembe, Ay Battı, Yukarı Mahalle, Alev”

Bizim edebiyatımızda; Nabizade Nazım, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Beşir Fuat”

6-Parnasizm (Şiirde Gerçekçilik): 19. yüzyılda Fransa’da romantizme tepki olarak doğmuştur. Realizmin şiire uygulanmasıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Sanat için sanat anlayışı benimsenmiştir.
b) Şiirde şairin kişiliği gizlenmiş, şiir öznellikten nesnelliğe (subjektiflikten objektifliğe) açılmıştır.
c) Şairler kişisel duyguları ve tutkuları yerine, dış dünyadaki gözlemlerini, değişik doğa görünümlerini nesnel bir tutumla anlatmışlardır.
ç) Yunan-Latin kültür ve mitolojisine yeniden dönülmüştür.
d) Şimdiki zaman yerine geçmiş zaman kişileri ve olayları işlenmiş; tarihin her devrinden, özellikle Hindistan, Mısır, Filistin gibi uzak ülkelerin kültür ve efsanelerinden yararlanılmış, şiire egzotik bir hava getirilmiştir.
e) Felsefî düşünceler, hatta bilim ve fenle ilgili görüşler işlenmiştir.
f) Şiirde biçim mükemmelliğine büyük önem verilmiş; nazım tekniği, nazım biçimi, ölçü ve kafiye üzerinde titizlikle durulmuş, “Kafiye şiirin altın çivisidir.” (Banville) görüşüne inanılmıştır.
g) Dilin ustalıkla kullanılmasına aşırı özen gösterilmiştir.
ğ) Şiirin şekil güzelliği yeterli sayılmış, sosyal konularla ilgilenilmemiştir.
Parnasizm akımının temsilcileri: Banville, Prudhomme, Francois Coppe, Lisle, Heredia, Gautier…

Bizim edebiyatımızda; Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin.

7-Sembolizm (Simgecilik): 19 yüzyılın son çeyreğinde Fransa’da realist şiir (Parnasizm) akımına tepki olarak doğmuş ve daha sonra bütün Avrupa’ya yayılmış bir edebiyat (şiir) akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Şiir gerçeği değil, gerçeğin insan üzerinde bıraktığı etkiyi anlatmalıdır.
b) Anlamın kapalı olmasına ve şiirde iç musikiye önem verilmiştir.
c) Klasik nazım biçimleri yerine serbest nazım biçimleri kullanılmıştır.
ç) Doğrudan doğruya anlatılamayan derin duygularla, heyecanlar birtakım sembollerle anlatılmıştır.
d) Dış dünya ile duyular arasındaki ilişkiyi sezdirmek için kullanılan semboller, hayaller (imgeler) de yetersiz görülerek bazen bilinen kelimelere yeni anlamlar yüklenmiş; unutulmuş, alışılmamış eski kelimeler bulunup ortaya çıkarılmış, hatta birtakım yeni kelimeler uydurulmuş; o zamana kadar alışılmış olan sözdizimleri ve söyleyiş biçimleri bozularak yeni söyleyiş biçimleri icat edilmiştir.
Belli başlı temsilcileri: Charles Baudelaure (Çarls Bodler), Rimbaud, Verlaine, Mallarme, Valery, Regnier.

Bizim edebiyatımızda: Ahmet Haşim, Cenap Şahabettin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas.

8-Empresyonizm (İzlenimcilik): 19. yüzyılda realizme ve natüralizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aslında resim sanatıyla ilgilidir. Fakat edebiyat da bu akımdan etkilenmiştir.
Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Empresyonistler, “Sanat; varlığın kendisini, görünüşünü, özelliklerini değil, kişide bıraktığı izlenimleri anlatmalıdır.” derler.
b) Sanatçılar, kendi iç dünyalarını anlatmaya çalışmışlardır. c) Sembolizmle bağlantılı bir akımdır.
Belli başlı temsilcileri: Gocourt Kardeşler, Rimbaud, Verlaine, Rilke, Hapkins, Joyce.
Bizim edebiyatımızda: Ahmet Haşim.
9-Kübizm : 20. yüzyılda, önce resimde, daha sonra da edebiyatta ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Resimde insanı, hem dış görünüşü, hem de iç dünyasıyla bir bütün olarak kavrayıp geometrik şekiller içinde anlatmaya çalışır. Edebiyatta ise, olaylarla duyguların birbirinden ayrılmadan canlı bir şekilde anlatılmasını amaçlar. Temsilcileri: Reverdy, Costeau, Cendrars.
10- Ekspresyonizm (Dışavurumculuk): 20. yüzyılın başlarında Almanya’da Empresyonizme tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu akıma göre, “dış dünya bırakılmalı, insanın ruhu konu edilmeli” düşüncesi vardır. Dış dünyadan kaçmak ve insanın özünü, ruhsal durumlarını yansıtmak amaçlanmıştır.
Temsilcileri: Franz Kafka, T. S. Eliot, James Joyce.
11-Fütürizm (Gelecekçilik) : 20. yüzyılın başlarında, İtalyan şair Marinetti’nin öncülüğünde ortaya çıkmış bir edebiyat akımıdır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Şiirde geleneğe bağlı olan her şey (ölçü, kafiye, nazım biçimleri) atılmalı, serbest nazım kullanılmalıdır.
b) Şiir, her türlü sanayi atılımını ve makineyi, tehlike tutkusunu yüceltmelidir.
c) Üslûp, yeni hayata egemen olan sanayi ve makinenin dinamizmine, “hızın güzelliği”ne uygun olmalı; o güne kadar durgun bir güzelliğin anlatım aracı olan geleneksel dilbilgisi ve sözdizimi kuralları kırılarak, şiirde kelimeler özgür bırakılmalıdır. (Sembolizmin etkileri)
Başlıca temsilcileri: Marinetti, Mayakovski. Türk edebiyatında Nazım Hikmet Ran.
12-Dadaizm (Kural Yıkıcılık): Birinci Dünya Savaşı’nın insanlığa getirdiği büyük felâketin yarattığı umutsuzluk ve isyan duygularından kaynaklanan bir edebiyat akımıdır. 1916’da Romen şair Tristan Tzara’nın öncülüğüyle ortaya çıkar. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Kendilerinden önceki bütün sanat ilkelerini, değerleri reddederek saldırgan bir tavır takınmışlardır.
b) Son derece kötümserdirler, geleceğe inanmazlar.
c) Aklın iflâs ettiğine inanırlar. (Sürrealizme zemin hazırlarlar.)
Başlıca temsilcileri: Tristan Tzara, Breton, Aragon, Eluard, Soupault.
13-Sürrealizm (Gerçeküstücülük): 20. yüzyılda ortaya çıkan bir şiir akımıdır. Şair Breton’un 1924’te yayınladığı “Sürrealizmin Bildirgesi”, bu akımın başlangıcı sayılır (Fransa’da). Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Bilinçaltının karışık ve karmaşık dünyasının sanata aktarılması amaçlanmıştır.
b) Sürrealistler, bilinçaltının sanata uygulanmasında, Freud’un “psikanaliz” görüşünden etkilenmiş ve yararlanmışlardır. c) Varlığımızın bilinmeyen yönlerini ortaya çıkarmayı amaçlamışlardır.
Belli başlı temsilcileri: A. Breton, L. Aragon, P. Eluard, G. Apollinaire, Soupault.
Bizim edebiyatımızda, şiirde mecazlı anlatıma karşı çıkan ve şiiri “tamamıyla anlamdan ibaret” sayan Garip (Birinci Yeni) şiir topluluğunun (1941) tutumuna bir tepki olarak ortaya çıkan “İkinci Yeni” topluluğunun (1955’ten sonra) şairleri: İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan.

14-Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk): Önce bir felsefî görüş olarak ortaya çıkmış, Fransız düşünür ve romancı J. Paul Sartre’in İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu görüşü benimseyip edebiyata uygulamasıyla bütün dünyaya yayılmıştır. Başlıca özellikleri şunlardır:
a) Descartes’ın, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” görüşünden doğmuştur.
b) İnsan, kendi değerlerini kendisi yaratır. c) Dünyada insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan insan özgür olmaya mahkûmdur ve her işinden sorumludur.
c) Egzistansiyalist eserlerde karakter yok, durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır. Davranışlarını seçmekte özgür olan bu insanlar, karşılaştıkları durumlarda yaptıkları işlerle kendi “öz”lerini yaratırlar.

15- Sezgicilik (İntüisyonizm): Bu akıma yön veren düşünceler büyük ölçüde Fransız filozof Henri Bergson’un sezgicilik/ruhçuluk felsefesine dayanır. Materyalizme (maddeciliğe) ve pozitivizme karşı olan, idealist bir yaklaşımdır. Bu anlayışa göre, bilginin asıl kaynağı akıl değil sezgidir. İnsanın sezgi gücünün hayalleri ve duyguları belirlediği, maddenin, varlığın buna bağlı olarak şekillendiği savunulur. “Dış dünya, varlık, madde, eşya” ruhun düşüncenin bir ürünüdür. Sembolist şairlerin, saf şiir anlayışını savunan şairlerin varlığa yaklaşım biçimleri büyük ölçüde sezgici felsefeye dayanır. Belirleyici olan somut varlık değil, şairin duyuş, görüş, düşünüş tarzıdır. Dış dünya, insanın iç dünyasını ifade etmeye yarayan simgeler âlemidir. Dış dünya; düşünceyle, duyguyla, algıyla, rüyayla anlamlandırılabilir. Bu akım edebiyatımıza Cumhuriyet döneminde girmiştir. Türk şiirinde sezgici yaklaşımın en önemli temsilcisi Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Necip Fazıl Kısakürek, Âsaf Halet Çelebi gibi şair ve yazarlar üzerinde de bu anlayışın etkileri vardır.

TÜRK EDEBİYATI DERS NOTLARI LİSE 1

TÜRK EDEBİYATI DERS NOTLARI LİSE 1
TÜRK EDEBİYATININ ANA DEVİRLERİ

1- İslâmiyetten Önceki Türk Edebiyatı: Bu dönem, Türk edebiyatının doğuşundan 10. yüzyıl sonlarına kadar devam eder. Bu dönemdeki edebî ürünler iki grupta toplanır:
a) Sözlü Ürünler (sav, sagu, koşuk, destan)  b) Yazılı Ürünler (Göktürk Yazıtları-Orhun Abideleri, Yenisey Kitabeleri)
2- İslâmiyetin Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı: Bu dönem, Türklerin İslâm dinini kitleler halinde kabul etmesinden sonra aşağı yukarı 11. yüzyılda başlar ve 19. yüzyıl sonlarına kadar devam eder. Hatta belli ölçülerde günümüze kadar uzanır. Bu dönem Türk edebiyatı kendi içinde ikiye ayrılır: a) Halk Edebiyatı b) Divan Edebiyatı (Klasik Edebiyat)
a) Halk Edebiyatı: Genel olarak halkın içinden yetişmiş şair ve yazarların oluşturduğu edebiyattır. Halk edebiyatı kendi içine üç bölümde incelenir:
1) Anonim Halk Edebiyatı (mani, türkü, bilmece, atasözü, tekerleme, ninni, masal vb.)
2) Âşık Tarzı Türk Edebiyatı (Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Âşık Veysel vb. – koşma, güzelleme, koçaklama, ağıt, destan, taşlama, semaî vb.)
3) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı (Tekke Edebiyatı): (Yunus Emre, Hacı Bayram Velî, Hacı Bektaş Velî, Kaygusuz Abdal, Pîr Sultan Abdal vb. – ilâhî, nefes, deme, şathiye vb.)
b) Divan Edebiyatı (Klasik Türk Edebiyatı): Bu edebiyat aşağı yukarı 13. yüzyılda başlamış, 19. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Klasik edebiyatımızın ilk temsilcisi Hoca Dehhani, önde gelen temsilcileri ise; Fuzulî, Bakî, Nefî, Şeyhî, Şeyh Galip, Nâbî, Nedim gibi şairlerdir. (gazel, kaside, mesnevi, terkib-i bent, terci-i bent, murabba vb.)
3- Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı: Bu edebiyatın başlangıcı olarak, 1860 yılında “Tercüman-ı Ahvâl” gazetesinin yayın hayatına girmesi kabul edilmektedir. Batı etkisinde gelişen Türk edebiyatı kendi içinde şu alt dönemlere ayrılır:
a) Tanzimat Edebiyatı (1-2 )
b) Servet-i Fünûn Edebiyatı (Edebiyat-ı Cedîde)
c) Fecr-i Âti Edebiyatı
ç) Millî Edebiyat
d) Millî Mücadele devri edebiyatı
e) Cumhuriyet devri Türk edebiyatı
1) 1923–1940 arası Türk edebiyatı
2) 1940 sonrası Türk edebiyatı (Son Dönem Türk Edebiyatı)

EDEBİYATTA İFADE TARZLARI
                İnsanlar; duygu, düşünce, istek ve hayallerini, olayları, yazının olmadığı veya yaygın olarak kullanılmadığı çağlarda sözlü olarak ifade etmişler, yazının bulunması veya yaygın olarak kullanılmaya başlanmasıyla da bunları yazıya geçirmişlerdir. Yani milletlerin ilk edebî verimleri sözlü ürünlerdir. İnsanlar duygu ve düşüncelerini yazılı olarak da iki şekilde ortaya koymuşlardır: Nesir (düzyazı) ve nazım (şiir) şeklinde.
Edebiyat: Olay, duygu, düşünce, durum ve hayallerin söz veya yazı ile güzel ve etkili bir şekilde anlatılması sanatıdır.
Edebî Eser: Bir milletin, bir ülkenin, bir dönemin ve çağın; insanda güzellik duygusu uyandıran, düşünce yaratan, heyecan uyandıran; güzel, değerli, kalıcı sözlü ve yazılı edebiyat ürünlerinin hepsine verilen isimdir.
Nesir: Duygu, düşünce, istek ve olayları, dil kurallarına uygun olarak cümle ve paragraflar halinde anlatan söz ve yazılara denir.
Cümle: Kelime ve kelime gruplarından oluşan, bir yargı bildiren anlatım öğesidir.
Paragraf: Nesirde; duygu, düşünce, istek ve olayların bir düzen içinde anlatılmasına yarayan bölümlerin her biridir.
Üslûp: Şair ve yazarların kendilerine özgü söyleyiş ve anlatış özelliklerine denir.
NOT: Her düzyazı; “giriş, gelişme ve sonuç” olmak üzere üç ana bölümden meydana gelir. Giriş bölümünde konuya genel bir giriş yapılır. Gelişme bölümünde konu çeşitli örnekler ve karşılaştırmalarla açılır, genişletilir. Sonuç bölümünde de, anlatılanlar bir yargıya ve sonuca bağlanır. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerine, “serim, düğüm ve çözüm”  de denir.
Nazım: Ölçülü ve kafiyeli mısra kümeleriyle kurulan sözlü ve yazılı anlatım şekillerine denir.
Nazım Birimi: Şiirde ve manzum eserlerde, anlam bütünlüğü taşıyan en küçük parçaya denir. Halk şiirinin nazım birimi genellikle dörtlük, divan şiirimizin nazım birimi ise genellikle beyit (ikilik)tir.
Beyit: Divan şiirimizde, anlam bütünlüğü taşıyan ve ikişer mısradan oluşan bölümlere verilen addır.
Mısra (Dize): Şiirde ve nazımda her satıra verilen addır.
Ölçü (Vezin): Mısralarda hece sayısına (hece ölçüsü) veya hecelerin açık kapalı oluşuna (aruz ölçüsü) dayanan bir ahenk unsurudur.
ŞİİR BİLGİSİ – KAFİYE (Uyak)

Kafiye: Şiirde; mısra sonlarındaki, yazılışları aynı, anlamları farklı olan seslerin veya kelimelerin benzerliğine denir.
Redif: Mısra sonlarındaki benzeşen sesler veya kelimeler, anlam bakımından da aynı ise, bu ses veya kelime benzerliğine redif denir.

Kafiye Çeşitleri

1) Yarım Kafiye: Mısra sonlarındaki ses benzerliği bir tek sesten oluşuyorsa bu çeşit kafiyelere yarım kafiye denir.
Senin yazın kışa benzer              Aşkın âşıklar öldürür               Ecel büke belimizi               
Bir sevdalı başa benzer               Aşk denizine daldırır               Söyletmeye dilimizi               
Çok içmiş sarhoşa benzer           Tecelli ile doldurur                  Hasta iken halimizi                   
Duman eksilmeyen dağlar          Bana seni gerek seni                Soranlara selâm olsun                 

2) Tam Kafiye: Mısra sonlarındaki ses benzerliği iki sesten oluşuyorsa, bu çeşit kafiyelere tam kafiye denir.

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı                  Uçun kuşlar uçun doğduğum yere,
Bir dakika araba yerinde durakladı                            Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar                Ormanlar koynunda bir serin dere,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar                 Dikenler içinde sarı gül vardır.

Başka sanat bilmeyiz, önümüzde dururken        Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz           Gökten ecdad inerek öpse, o pak alnı değer.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun, ayrılıyor yolumuz.

3) Zengin Kafiye: Mısra sonlarındaki ses benzerliği üç ve daha fazla sesten oluşuyorsa bu tür kafiyelere zengin kafiye denir.
Can bedenden ayrılacak              Çocuk gönlüm kaygılardan azade      İt, işte önünde kapım aralık
Tütmez baca yanmaz ocak         Yüzlerde nur, ekinlerde bereket          Oda, bıraktığın gün kadar ılık
Selâm olsun kucak kucak            At üstünde mor kâküllü şehzade
Dostlar beni hatırlasın                 Unutmaya başladığım memleket

4) Tunç Kafiye: İkilik, üçlük veya dörtlüğü oluşturan mısralardan birinin sonundaki kelime bir diğer mısranın sonundaki kelimenin içinde aynen geçiyorsa bu çeşit kafiyeye tunç kafiye denir.

Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek               Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince
Bizim diyarımız da bin bir baharı saklar                     Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek                      Ey sabah, ey yeni günün eşiği
İncinir düz caddede, dağda gezen ayaklar                      Ey ışık! Zamanın, günün beşiği

5) Cinaslı Kafiye: İkilik, üçlük veya dörtlüğü oluşturan mısralardan birinin sonundaki kelime, bir başka mısranın sonunda farklı anlamda kullanılmışsa bu tür kafiyelere cinaslı kafiye denir. Cinaslı kafiye daha çok manilerde görülür.

Niye kondun a bülbül                    Şu göğsüne taktığın                   Güle naz güle naz
Dalımdaki asmaya                        Gülü ver bana gülü ver               Bülbül eyler güle naz
Ben yârimden ayrılmam                Yeter kaşın çattığın                   Girdim bir dost bağına
Götürseler asmaya                         Gülüver bana gülüver                Ağlayan çok gülen az

Dönülmez akşamın ufkundayım vakit çok geç                      Kalem böyle çalınmıştır yazıma
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç                         Yazım kışa uymaz kışım yazıma
Kafiyeyle İlgili Not: Mısra sonlarında kafiyeli sesler arasında uzun ünlü (â,î,û) varsa, bunlar “iki ses” olarak kabul edilir.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ
Redif:   Kandilli yüzerken uykularda
              Mehtabı sürükledik sularda
Kafiye ve Redifle İlgili Not: Mısra sonunda önce redif aranır. Redif yoksa veya redif bulunduktan sonra kafiye aranır. Mısra sonlarında hem redif hem kafiye bulunabileceği gibi; sadece redif veya sadece kafiye de bulunabilir.

KAFİYE SİSTEMLERİ

Kafiye örgüsü, kafiye düzeni, kafiye dizilişi veya kafiye şeması olarak da adlandırılmaktadır. Başlıca üç çeşidi vardır.

1- Düz Kafiye: İkilik, üçlük veya dörtlüklerden oluşan şiirlerde; ikiliği, üçlüğü veya dörtlüğü oluşturan mısralar birbirleriyle kafiyeli ise bu kafiye sistemine düz kafiye denir.
                _______a             _______a             _______a
                _______a             _______a             _______a
                                               _______a             _______a
                                                                              _______a
               
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;     a
                Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.     a
                O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;  a
                O benimdir, o benim milletimindir ancak.     a

2- Çapraz Kafiye: Dörtlüklerden oluşan şiirlerde, dörtlüğün birinci mısrası ile üçüncü mısrası, ikinci mısrası ile de dördüncü mısrası birbiriyle kafiyeli ise bu çeşit kafiye sistemine çapraz kafiye denir.

                _______a             Çocuk gönlüm kaygılardan azâde,  a
                _______b             Yüzlerde nur, ekinlerde bereket,  b
                _______a             At üstünde mor kaküllü şehzâde;  a
                _______b             Unutmaya başladığım memleket.   b

3- Sarmal (Sarma) Kafiye: Dörtlüklerden oluşan şiirlerde, dörtlüğün birinci mısrası ile dördüncü mısrası, ikinci mısrası ile üçüncü mısrası birbiriyle kafiyeli ise bu çeşit kafiye sistemine sarmal kafiye denir.

                _______a             Kimi vakit, kimi adam öldürür        a
                _______b             Adam var ikisini de beceremez       b
                _______b             Yaşar da ot gibi bana mısın demez b
                _______a             İçin için kinle-hasetle çürür              a


ŞİİR ÇEŞİTLERİ

1- Epik Şiir: Yiğitlik, kahramanlık, vatan sevgisi gibi konuları işleyen şiir türüdür.

2- Lirik Şiir: Duygu ve düşüncelerin coşkulu bir dille anlatıldığı şiir türüdür. Lirik şiirde; sosyal mutluluk veya felaketlerden duyulan acı gibi ortak duygular, aşk, ayrılık, özlem, ölüm acısı gibi bireysel duygular anlatılır.

3- Didaktik Şiir: Bilim, sanat, felsefe, din, dil, ahlâk, kültür gibi konularla ilgili temel ilke ve kuralları öğretmek, insanlara bilgi vermek amacıyla yazılan şiir türüdür. Didaktik şiire öğretici şiir de denir.

4- Pastoral Şiir: Kır ve çoban hayatını, tabiat güzelliklerini anlatan şiir türüdür. Bu tür şiirlerde sakin, temiz ve masum kır hayatının tadını duyurmak amaçlanır. Bunlar, her türlü gösteriş ve yapmacıklıktan uzak, sade bir üslupla yazılır. Pastoral şiirin iki çeşidi vardır: İdil ve Eglog.

5- Dramatik Şiir: Acıklı veya korkunç bir konuyu anlatan şiirler, opera için yazılan manzum dramlardaki şiirler ve tiyatro eserlerinde yer alan şiirler bu türe girer.

6- Yergi Şiiri: Kişilerin veya toplumun eksik, aksak ve yanlış yönlerini, kusurlarını, gülünçlüklerini iğneli ve alaylı bir dille anlatan şiir türüdür. Bu tür şiirlere halk edebiyatında “taşlama”, divan edebiyatında ise “hiciv” veya “hicviye” denir. Bu türün Batı edebiyatındaki adı ise “satir” veya “satirik şiir”dir.
İSTİKLÂL MARŞIMIZIN AÇIKLAMASI

BİRİNCİ KITA: Şair bu kıtada Türk milletine sesleniyor ve diyor ki: “Ey milletim endişelenme! Yurdumun üzerinde bacası tüten en son ocak da sönmeden, yıkılmadan (son kişi de şehit olmadan), şafak kızıllığı içinde bir alev gibi dalgalanan, yüzen al bayrak indirilemez. O bayrak, milletimin daima parlayan yıldızıdır, kuvvetinin ve kudretinin sembolüdür. O bayrak sadece benimdir, yani benim milletimindir. Başka hiçbir varlık ona sahip olamaz.” Şair bu kıtada kendini, Türk milletiyle özdeşleştiriyor.

İKİNCİ KITA: Bu kıtada bayrağa sesleniş var. Şair bayrağa seslenerek; “Ey nazlı hilâl, senin yoluna canımı kurban edeyim, ne olur kaşlarını çatma, yüzünü asma! Bu öfken, bu hiddetin nedendir? Tarihi kahramanlıklarla dolu olan milletime artık gülümse. Yoksa, asırlardır senin uğrunda savaşırken toprağa dökülen kanlarımız sana helâl olmaz. Zira yalnızca Allah’a kulluk eden milletimin, O’ndan başka hiçbir güce boyun eğmeyen milletimin, bağımsızlık hakkıdır.” diyor.

ÜÇÜNCÜ KITA: Üçüncü ve dördüncü kıtalarda da şair kendini Türk milletiyle özdeşleştiriyor. Milletinin ağzından seslenerek; “Ben, tarihin ilk devirlerinden beri bağımsız olarak yaşamış bir milletim. Bundan sonra da, bağımsız olarak yaşamaya devam edeceğim. Beni esir etmeye kalkışacak olanlar olsa olsa çıldırmış olanlardır. Onların akıllarına ve bu düşüncelerine şaşarım. Kükreyerek coşkun akan bir ırmak gibiyim, önümü kesmek isteyen engelleri yıkar geçerim. Hatta dağları dahi parçalar, uçsuz bucaksız denizlere bile sığmam taşarım.” diyor. Şair burada, “yırtarım dağları” derken, Ergenekon Destanı’nda Türklerin dağı eritip delerek Ergenekon’dan çıkışlarını da akla getiriyor.

DÖRDÜNCÜ KITA: Şair bu kıtada; “Batı (Avrupa), bilim ve teknik alanında ne kadar gelişmiş olursa olsun, bizim de buna karşılık, ‘iman dolu göğüs’e benzeyen sınır boylarımız var. Yani sınırlarımızda, yüreği iman ateşiyle yanan Mehmetçiklerimiz var. Bırak, o adına “medeniyet, uygarlık” denilen tek dişi kalmış canavar, yani Batı, ulusun –kurt uluması gibi- dursun. Onun, böyle güçlü bir imanı boğmaya gücü yetmez.” diyor. NOT: Buradaki “ulusun” kelimesi “yücesin, büyüksün” anlamında değildir.

BEŞİNCİ KITA: Bu kıtada şair, Türk milletinin tek tek bütün fertlerine sesleniyor: “Arkadaş, vatanıma alçakları, düşmanları sakın sokma. Bu uğurda gerekirse gövdeni (vücudunu) siper et, (Çanakkale’de yaptığın gibi) etten kemikten duvarlar ör; ama bu utanmazca saldırıları durdur. Zira Allah’ın sana vadettiği, geleceğini müjdelediği o mutlu günler, güzel günler mutlaka gelecektir. Hatta o günlerin gelmesi artık belki de çok yakındır.” Âkif bu kıtada millete büyük bir moral veriyor.

ALTINCI KITA: Şair altıncı kıtada, bilhassa yetişmekte olan genç nesillere ve gelecek nesillere sesleniyor. Onlara; “Üzerinde dolaştığın, serbestçe gezindiğin bu yerleri basit bir toprak parçası olarak görme. Bu vatan topraklarını iyi tanı, bu toprakların nasıl vatan haline geldiğini iyi öğren. Toprağın altında kefensiz olarak yatan binlerce şehidi düşün. Sen; vatanı, milleti ve kutsal değerleri için şehit düşmüş insanların çocuğusun. Bu vatan topraklarının değerini bilmeyen kişi durumuna düşerek şehit atalarını incitme. Sana, karşılığında dünyanın bütün zenginliklerini de verseler, sen bu cennet vatanı kimselere verme.” diyor.

YEDİNCİ KITA: Şair bu dörtlükte de vatan sevgisi üzerinde duruyor. “Her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış, adeta sıksan şehit kanı fışkıracak bu topraklar, bu cennete benzeyen vatan için kim kendini fedâ etmez.” diyor. Allah’a da seslenerek; “Canımı, sevdiklerimi, bu dünyada neyim var neyim yoksa hepsini alsın ama yeter ki beni bu dünyada vatanımdan ayrı koymasın.” diyerek yalvarıyor.

SEKİZİNCİ KITA: Sekizinci kıtada şair yine Allah’a yalvararak; “İlâhi, -Ya Rab- ruhumun senden bir tek emeli, isteği var. Mabetlerimizin, ibadethanelerimizin göğsüne yabancı eli değmesin. (Vatan topraklarımıza düşman ayağı basmasın.) Bir de, şehadetleri (kelime-i şehadet) dinin temeli olan bu ezanlar sonsuza kadar yurdumun üstünde, göklerinde inlesin, okunsun.” diyor.
DOKUZUNCU KITA: Şair bu kıtada da, Allah’a sesleniyor ve “Eğer sekizinci kıtadaki dileklerim gerçekleşirse, işte o zaman mezar taşım da yeryüzünde hâlâ duruyorsa, coşkuyla, sevinçle sana binlerce defa secde eder, yerlere kapanır. Bu sevinç dolayısıyla yaralarımdan kanlı yaşlar boşanır ve cesedim adeta soyut bir ruh gibi yerden fışkırır ve bu sevinçle başım belki de yükselerek gökyüzüne değer.” diyor.
ONUNCU KITA: Son kıtada şair yine bayrağa sesleniyor. “Şafak vakti nasıl ufukta adeta kızıl dalgalanmalar oluyorsa, sen de kırmızı renginle, şanınla şerefinle dalgalan. Artık senin uğrunda döktüğümüz (akıttığımız) kanların hepsini helâl ediyoruz. Bundan böyle sen de, milletim de sonsuza kadar var olacaksınız. Zira tarih boyunca hep hür yaşamış, hürriyet içinde dalgalanmış bayrağımın bundan sonra da hür olmak hakkıdır. Yine, yalnızca Allah’a tapan, O’na kulluk eden, başka hiçbir kuvvete boyun eğmeyen milletimin de bağımsız olmak, bağımsız olarak yaşamak hakkıdır.” diyor.
EDEBÎ SANATLAR

Mecaz: Kelimelerin, gerçek anlamlarının dışında, başka bir anlamda kullanılması sanatıdır.
“Ali, bahçedeki gıcır gıcır bisikleti görünce havalara uçtu.” “Bu mevsimde Erzurum çok serttir.
Mecaz-ı Mürsel (Ad Aktarması): Bir sözün, benzetme amacı taşımaksızın kendi anlamının dışında bir anlamda kullanılması sanatıdır. “Bu sesle Anadolu ayağa kalktı.” “Öyle acıkmıştım ki, tam üç tabak yedim.”
NOT: Mecaz-ı mürsel sanatında “iç-dış, parça-bütün, eser-yazar vb.” ilişkisi vardır.
Teşbih (Benzetme) : Aralarında ortak özellik bulunan iki varlıktan birini diğerine benzetme sanatıdır. Zayıf olan güçlü olana benzetilir. Teşbihin ana unsurları; “benzeyen” ve “kendisine benzetilen”, yardımcı unsurları ise, “benzetme yönü” ile “benzetme edatı”dır. “Altın gibi sarı başaklar rüzgârda sallanıyordu.” “Faik, kedi gibi çevik bir çocuktur.”
Teşbih-i Beliğ (Güzel Teşbih): Teşbihin yalnızca temel öğeleriyle (benzeyen ve kendisine benzetilen) yapılan benzetmedir. “Yağmurdan sonra altın başaklar toprağa gülümsüyordu.” “hilâl kaş, selvi boy, kömür göz
İstiare (İğretileme): Benzetmenin temel unsurlarından yalnızca biriyle yapılan benzetme sanatıdır.
Açık İstiare: Benzetmenin temel öğelerinden yalnız “kendisine benzetilen” ile yapılan istiaredir.
“Havada bir dost eli okşuyor tenimizi.” “dost eli”: kendisine benzetilen “rüzgâr”: benzeyen
Kapalı İstiare: Benzetmenin temel öğelerinden yalnız “benzeyen” ile yapılan benzetme sanatıdır.
“Çukurova bayramlığın giyerken” “Çukurova”: benzeyen  “insan”: kendisine benzetilen
Temsilî İstiare: Benzetmenin bütün bir şiire yayılması sanatıdır. Faruk Nafiz Çamlıbel’in “AT” şiiri.
Teşhis (Kişileştirme): İnsan dışındaki varlıklara insan özelliği verme sanatıdır. Teşhis, kendisine benzetileni “insan” olan bir kapalı istiaredir. “Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl
İntak (Konuşturma): Bir varlığa hem insan özelliği verip hem de onu konuşturma sanatıdır.
“Ey benim sarı tamburam / Sen ne için inilersin / İçim oyuk derdim büyük / Ben anınçün inilerim”
Tevriye: Bir kelimenin birden fazla anlama gelebilecek şekilde kullanılması sanatıdır.
Bâki çemende hayli perişan imiş varak / Benzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan
Tekrir (Yineleme, Tekrar): Anlatıma güç katmak amacıyla, aynı kelimenin birden çok sayıda kullanılması sanatıdır.
“Kimsesiz bir kimse olmaz kimsenin var kimsesi / Kimsesiz kaldım cihanda kimsesizler kimsesi” “Beni bende demen bende değilim / Bir ben vardır bende benden içeri / Süleyman kuş dilin bilir diyorlar / Süleyman var Süleyman’dan içeri”
Aliterasyon: Aynı seslerin (ünsüzlerin) bir mısra, beyit veya dörtlükte fazla sayıda kullanılması sanatıdır. Söz gelimi, “tekrir” sanatında verilen örneklerde; “k,m,s,b,n,ç,r,d” gibi seslerin çokça geçmesi gibi.
Asonans: Aynı seslerin (ünlülerin) bir mısra, beyit veya dörtlükte fazla sayıda kullanılması sanatıdır. Söz gelimi, “tekrir” sanatında verilen örneklerde, “i,e,ü,a”gibi seslerin çokça geçmesi gibi.
Mübalâğa (Abartma): Bir şeyi olduğundan “çok fazla, çok büyük” veya “çok az, çok küçük” gösterme sanatıdır.
“Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle” “Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ”
Tezat (Zıtlık): Aynı varlığın birbirine zıt iki yönünü bir arada ifade etme veya birbirine zıt varlık veya kavramlar arasında ilgi ve benzerlik kurma sanatıdır. “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”
Telmih (Akla Getirme, Hatırlatma): Çoğunluğa mal olmuş yani pek çok kimse tarafından bilinen bir olayı, bir durumu; söz arasında, okuyucu tarafından küçük bir dikkatle fark edilebilecek şekilde hatırlatma sanatıdır.
“Gökyüzünde İsa ile / Tur dağında Musa ile / Elindeki âsâ ile / Çağırayım Mevlâm seni”
Tenasüp (Çağrıştırma): Birbiriyle ilgili, birbirini çağrıştıran kelimelerin aynı mısra, beyit veya dörtlük içinde kullanılması sanatıdır. “Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcından tabip / Kılma derman kim helâkim zehri dermanındadır”
 Hüsn-ü Talil (Güzel sebebe dayandırma): Sebebi bilinen bir olayı daha güzel bir sebebe dayandırarak anlatma sanatıdır.
Salındı bahçeye girdi / Çiçekler selâma durdu / Mor menekşe boyun eğdi / Gül kızardı hicabından
Tecahül-i Ârif (Bilip de bilmezlikten gelme): Şairin, bir olayın ya da durumun sebebini bildiği halde bilmezlikten gelmesi sanatıdır. Bu sanat genellikle hüsn-ü talil sanatıyla bir arada bulunur.
İstifham (Sorgulama): Şairin, sebebini veya cevabını bildiği bir konuyu soruya dönüştürmesidir.
“Beni candan usandırdı cefadan yâr usanmaz mı / Felekler yandı âhımdan muradım şemi yanmaz mı”
Kinaye (Dolaylı anlatım): Bir gerçeğin kapalı bir şekilde, dolaylı olarak anlatılması; söylenen sözün gerçek anlamıyla da doğru olması; fakat mecaz anlamının kasdedilmesi sanatıdır. “Şu karşıma göğüs geren / Taş bağırlı dağlar mısın”
Dolaylama: Tek kelime ile anlatılabilecek bir sözün daha fazla sayıda kelimeyle anlatılması sanatıdır.
“arslan”: ormanın kralı “kaleci”: file bekçisi
Nidâ (Seslenme): Herhangi birine veya bir varlığa seslenme sanatıdır. “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!”
Tariz (İğneleme): Söylenen sözün tam tersi olan anlamı kasdetme sanatıdır. “Bakıyorum da bütün işleri bitirmişsin”
Tecrit (Soyutlama): Şairin, bir başkasından bahsediyormuş gibi bir ifadeyle kendinden bahsetmesidir.
“Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvadır / Sorun kim bu ne sevdadır bu sevdadan usanmaz mı”
Cinas: Bir kelimenin veya kelime gurubunun bir ikilikte veya dörtlükte farklı anlamda kullanılmasıdır.
“Ak koyun kara koyun / Memesi yara koyun /  Ben gurbette ölürsem / Adımı dertli koyun
İrsal-i Mesel: Düşünceyi bir atasözü ile pekiştirme veya atasözü yardımıyla anlatma sanatıdır.
“Balık baştan kokar bunu bilmemek / Seyranî gafilin ahmaklığından”
Sehl-i Mümteni: Söylenmesi kolay gibi görünen bir sözün aslında zor söylenen bir söz olmasıdır.
“Zannetme ki şöyle böyle bir söz / Gel sen dahi söyle böyle bir söz”
Terdid (Beklenmezlik): Sözü beklenmedik bir şekilde bitirme sanatıdır.
“Hem kötüyüm, karanlığım biraz çirkinim / Aysel git başımdan seni seviyorum
Akis (Yansıtma): Anlamlı bir ifadenin, bir dize içinde ters çevrilerek yine anlamlı bir ifadeye dönüştürülmesi sanatıdır.
“Öpsem seni doyunca doyunca seni öpsem / Öpsem dimesem n’ola n’ola dimesem öpsem”
Leff ü Neşir (Oranlama): Bir beyitin ilk mısrasında geçen bazı kelimelerle anlam ilgisi bulunan başka bazı kelimelerin, ilk mısradaki sıralamaya uygun olarak ikinci mısrada yer alması sanatıdır.
“Sakın bir söz söyleme, yüzüme bakma sakın / Sesini duyan olur, sana göz koyan olur”
Rücu: Sözün gücünü artırmak amacıyla önce söylenenlerden caymış, geri dönmüş gibi yapma sanatıdır.

HALK EDEBİYATI

Halk edebiyatı, edebiyatımızın doğuşu ile başlar ve kesintisiz bir şekilde günümüze kadar ulaşır. Halk edebiyatının genel özellikleri şunlardır:
a) Bu edebiyat içinde eser veren şair ve yazarlar, şiirlerinde ve düzyazı türündeki eserlerinde sade, halkın anlayacağı bir dil kullanmışlardır.
b) Şiirlerinde nazım birimi olarak dörtlüğü kullanmışlardır.
c) Şiirlerinde ölçü hece ölçüsüdür. Genellikle; yedili, sekizli ve on birli hece ölçüsü kullanılmıştır.
ç) Şiirler genellikle kafiyeli olarak söylenmiş ve yazılmıştır. Daha çok yarım kafiye kullanılmıştır.
d) Genel olarak aşk, sevgi, tabiat güzellikleri, yiğitlik, kahramanlık, hasret, acı gibi konular işlenmiştir.
e) Şairler, şiirlerinin son dörtlüğünde adlarını veya mahlâslarını (takma adlarını) geçirirler.

Türk Halk edebiyatı kendi içinde üçe ayrılır:

1) Anonim halk edebiyatı (türkü, mani, ninni, tekerleme, masal, bilmece, atasözü vb.)
2) Tasavvuf (Tekke) edebiyatı ( ilâhî, şathiye, devriye, nefes, deme, nutuk vb. Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Kaygusuz Abdal, Pîr Sultan Abdal vb.)
3) Âşık edebiyatı ( koşma, güzelleme, koçaklama, taşlama, destan, semai, varsağı – Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Erzurumlu Emrah, Ercişli Emrah, Âşık Veysel Şatıroğlu, Âşık Yaşar Reyhani, Âşık Şeref Taşlıova, Âşık Sümmani, Karslı Murat Çobanoğlu vb.)

1- Anonim Halk Edebiyatı Nazım Türleri

Türkü: Türkü, anonim halk edebiyatının en çok sevilen, en yaygın söylenen türlerindendir. Türkülerde olağanüstülükler yoktur. Yaşanmış bir olay üzerine yakılırlar.  Bireysel özellik taşırlar. Yani, “bir kişinin” duygularını dile getirirler. Türkülerde, yaşanan olayın, türküyü yakan kişide bıraktığı etkiler dile getirilir. Kendilerine özgü bir ezgiyle söylenirler. Mani ve koşmalar içine, ezgilerinin değişmesiyle türküye dönüşenleri de vardır. Genellikle sekizli ve on birli hece ölçüsüyle söylenirler. Türkülerde, “tabiat, sevgi, hasret ve güzellik” konularıyla acıklı konular işlenir.
Türküler şekil olarak “bentlerle” (hanelerle), bunlar arasındaki kavuştaklardan (nakaratlardan, ayaklardan) meydana gelir. Genel olarak bentler üçer, kavuştaklar ikişer mısradan oluşmakla birlikte bu sayılar artıp eksilebilir. Yine genel olarak bentleri oluşturan mısralar kendi aralarında, kavuştakları oluşturan mısralar da kendi aralarında kafiyelidir. Fakat bu kafiye sistemi sabit olmayıp değişebilir.
Çoban türkülerine “kayabaşı”, dokunaklı bir ezgi ile söylenenlere “ezgi”, Varsak boyunun türkülerine “varsağı”, Türkmen türkülerine “türkmani” denir. Türküler, bentlerindeki mısra sayılarına göre de “üçleme, dörtleme, beşleme” gibi isimler alır.

Mani: Mani, anonim halk edebiyatı ürünlerindendir. Tek bir dörtlükten oluşur. Yedili hece ölçüsüyle söylenmişlerdir. Birinci, ikinci ve dördüncü mısraları birbiriyle kafiyeli üçüncü mısraları serbesttir. (aaxa) Ancak az da olsa, “aaab” veya “abcd” şeklinde kafiyelenmiş maniler de görülür. Yine yedili hece ölçüsünden başka, “dörtlü, beşli, sekizli ve on birli” hece ölçüsüyle söylenmiş maniler de bulunmaktadır. Manilerde ilk iki mısra doldurma mısralardır. Asıl anlatılmak istenen duygu ve düşünce üçüncü ve dördüncü mısrada anlatılır. Aşk, tabiat ve toplum konuları manilerde iç içedir. Ayrıca konusu “Ramazan” olan maniler de vardır.
Bazı manilerin birinci mısraları yedi heceden azdır. Bu tür manilere “kesik mani” adı verilir. Bunların mısra sayısı da dörtten fazla olabilir. Kesik manilere “ayaklı mani” de denir. Maniye; Güney ve Doğu Anadolu bölgelerimizle, Irak Türkleri arasında “hoyrat” (hoyrat), Azerbaycan Türkleri arasında ise “bayatı” adı verilir. Ayrıca, sahibi belli olan maniler de vardır. Bu manilerin son mısralarında şairin adı veya mahlâsı (takma adı) geçer. Mani söyleyen kişilere, “manici, mani atıcı, mani yakıcı” gibi isimler verilir. Manilerdeki kafiyeler bazen cinaslı olabilir. Bu tür manilere de cinaslı mani denir.

Ağıt: Bir kişinin ölümünden veya üzücü bir olaydan duyulan acıları anlatan şiirlerdir. Bu tür şiirlere divan edebiyatında “mersiye”, İslâmiyetten önceki Türk edebiyatında ise “sagu” denir.

Ninni: Ninnilerin ilk söyleyenleri belli değildir yani unutulmuştur. Bu yüzden anonim ürünlerdir. Daha çok annelerin, bebeklerini uyutmak için belli bir ezgiyle söyledikleri şiirlerdir. Ninniler genellikle dört mısradan oluşur ve hece ölçüsüyle söylenir. Son mısraları, nakarat da diyebileceğimiz, “ninni yavrum ninni, uyusun da büyüsün ninni, eeee” gibi sözlerle biter. Ninnilerin konusu çocuktur. Çocuğun doğmasından duyulan sevinç, güzelliği, iyi huyları; sünnet, evlenme, meslek sahibi olma gibi, çocuğun geleceğine yönelik dilekler ve beklentiler başlıca temaları oluşturur.

Bebeğin beşiği çamdan                   Bebek beni dert eyledi
Su sızıyor yufka damdan                Yaktı yaktı kül eyledi
Kurtulur mu gelin gamdan              Hem ırgat hem kul eyledi
Ninni ninni, ninni ninni                   Nakarat
Ninni ninni, ninni bebek oy

Tekerleme: Çeşitli oyun, eğlence ve törenlerde, hikâyelerin ve masalların girişlerinde söylenen, söz ustalığı gerektiren ürünlerdir. Tekerlemeler zaman zaman bağımsız söz ustalığı (cambazlığı) olarak da karşımıza çıkarlar. Dilimizin güzelliğini göstermeleri bakımından da önem taşırlar. Belli bir konuyu işlemezler. Kelimeler kendi aralarında kafiyelenmek suretiyle bağlanırlar. Şiirsel bir söylenişleri vardır. Tekerlemeler dört grupta toplanır:
1- Masal Tekerlemeleri: Masalın başında, ortasında ve sonunda söylenir. Masalın başında söylenenler, dinleyenleri masala hazırlama; ortasında söylenenler, dağılan dikkatleri toplama ve zaman akışını sağlama; sonunda söylenenler ise, masalın bittiğini ve iyi dilekleri bildirme amacı taşır. (Bir varmış bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş - Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler, bir de arkalarına bakmışlar, bir arpa boyu yol gitmişler – Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine)
2- Oyun Tekerlemeleri ( Sayışmacalar ): Oyun sırasında veya öncesinde; ebeyi bulma, suçluyu ortaya çıkarma veya takımları oluşturma amacıyla söylenen tekerlemelerdir. (Aldım verdim ben seni yendim)
3- Tören Tekerlemeleri: Özel günlerde ve kutlamalarda (yağmur duası, yeni yıl kutlamaları, saya törenleri vb.) söylenen tekerlemelerdir. (Yağ yağ yağmur, Teknede hamur, Ver Allahım ver, Sicim gibi yağmur)
4- Bağımsız Söz Ustalığı: Birbirinden farklı anlamları olan; ancak söylenişleri birbirine benzeyen kelimelerin hızlı bir şekilde arka arkaya sıralanmasıyla oluşan, dil ve gırtlak ustalığı gerektiren tekerlemelerdir. (Bu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak sarımsaklamasak da mı saklasak, Şemsi Paşa Pasajında sesi büzüşesiler vb.)
Tekerlemelerde, aslında yüksek felsefî değerlerin çocuksu ve eğlendirici bir üslûpla verildiği görülür.

Bilmece: Konuştuğumuz insanın ilgisini bir noktaya çekmek, eğlenmek, eğlendirmek, dikkat ölçmek amacıyla eğlenceli şekilde birbirimize sorduğumuz sorulardır. Köklü medeniyetlere sahip toplumlarda, dil becerilerinin, çevredeki eşya ve olayların iyi kavranması için kullanılan bir oyundur. Bilmecelerimiz milletler arası üne sahiptir. Alman bilim adamı İngemar Balhof, Türk toplulukları içinden derlediği kırk bin dolayındaki bilmeceyi dünyaya tanıtmıştır.
Bilmecelerin, anonim olanlar dışında, sahibi belli olanları da vardır. Şekil bakımından da, manzum bilmeceler ve mensur bilmeceler vardır. Manzum bilmeceler, ölçülü veya ölçüsüz, kafiyeli veya kafiyesiz olabilir. Ayrıca mısra sayıları da sabit değildir. Mensur bilmeceler ise, konuşma üslûbunda ve düz cümle halindedir.
Saz şairlerinin (âşıkların), kahvehanelerde düzenleyip sordukları bilmecelere “muamma” denir. Bunlar, duvara asılır, cevabı bulunduğunda duvardan indirilirdi. Cevabı bulana da hediyeler verilirdi.
Divan edebiyatında, konusu “insan dışında her şey olabilen”, cevabını da içinde taşıyan bilmecelere “lügaz” adı verilir.

2- Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı: Tekke ve tarikat çevrelerinde yetişen şair ve yazarların ortaya koydukları eserlerin bütününe tasavvuf edebiyatı denir. Bu şairler, eserlerinde daha çok din ve tasavvuf konularını ele alıp işlemişlerdir.
Tasavvuf; İslâmiyet’in ortaya çıkışından yaklaşık iki yüz yıl sonra Arabistan, İran ve Horasan bölgelerinde belirmeye başlayan, daha sonra bütün İslâm dünyasını saran bir düşünce, inanç ve yaşayış tarzıdır.
Tasavvuf inancına göre varlık tektir, o da Allah’tır. Evrende görülen her şey Allah’ın görüntüleridir. Allah aynı zamanda “mutlak varlık” (vücud-ı mutlak) ve mutlak güzellik (hüsn-ü mutlak)tir. Tek varlık olan Allah, kendisini görecek gözler, sevecek gönüller olmasını istemiş ve evreni yaratmıştır (tecelli etmiştir). “Hava, su, toprak ve ateş” (dört unsur) ile görünen evren, Allah’ın görünüşü için geçici bir ayna gibidir.
Evrende görülen her şey Allah’ın görüntüleri olduğuna göre, insanlar da bir görüntüdür. Bu yüzden insanların “din, dil, ırk, renk” ayrımlarını yapmak gereksizdir. Bütün görüntülerde “varlık” ve “yokluk” öğeleri bir aradadır. İnsana düşen görev, varlık öğesini geliştirmektir. Yani insan, “yokluk” öğesini ortadan kaldırıp asıl kaynağa (Allah’a) ulaşmaya çalışmalıdır. Bunun için de bir tarikata girmek, bir mürşide (yol göstericiye) bağlanmak gerekir.
Allah’a ulaşmak, gönül yoluyla olur. Evrenin yaratılışına nasıl “aşk” vesile olmuşsa, insanı Allah’a ulaştıracak olan da “aşk”tır. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a karşı olan sonsuz ve önüne geçilemez isteğidir. İnsan, dünya tutkularından ve zevklerinden ayrıldıkça, “yokluk” öğesinden uzaklaşır. Nefsini kontrol altına alıp, insanlık erdemlerine yöneldikçe, “varlık” öğesini geliştirir ve sonunda özü olan Allah’a ulaşabilir. Bu mertebeye ulaşan kişiye “insan-ı kâmil” (olgun insan) veya “ermiş” denir.
Bu düşünüş, insanların ruh yüceliklerine önem veren; insanı kötülük ve ikiyüzlülükten uzaklaştırarak doğruluğa, iyiliğe, sevmeye götüren bir düşünüştür. Türk edebiyatında, tasavvuf  hareketinin öncüsü ve tasavvuf edebiyatının kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’dir. Onun peşinden gelen; Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bayram Velî, Hacı Bektaş Velî, Kaygusuz Abdal vb. mutasavvıf şairler de tasavvufu ülkü edinen önemli kişilerdir.

Tasavvuf (Tekke) Edebiyatının Özellikleri
1- Şairler tarikatlardan (dergâhlardan, tekkelerden) yetişmişlerdir. İlâhî aşkı benimsemiş, hoşgörülü kişilerdir. Geniş kitlelere hitap ederler. Halkın ruh yükselişinde büyük emekleri vardır. Çoğunlukla aydın kişilerdir. Arapça ve Farsça bilirler; ama gerek sözleri ve gerekse yaşayışlarıyla halktan kişilerdir.
2- Hem divan şiiri hem de halk şiiri nazım şekillerini kullanmışlardır. (koşma, gazel, mesnevî …)
3- Hem aruz hem de (daha çok) hece ölçüsünü kullanmışlardır.
4- Şiirlerinde her çeşit kafiyeye (yarım, tam, zengin) rastlanır.
5- Şiirlerde kullanılan dil; ne divan şiirinin dili kadar ağır, ne de halk şiirinin dili kadar sadedir. Bu ikisinin arasında “orta bir dil” kullanmışlardır.
6- Tasavvuf şiirinde, hem divan hem de halk şiiri geleneklerinin mecazlarından yararlanılmıştır. Din ve tasavvufla ilgili efsanelere, kahramanlara sık sık yer verilmiş, tasavvuf ve tarikat hayatından gelen terimler ve deyimler çokça kullanılmıştır.
7- Tasavvuf edebiyatında daha çok “tasavvufî (ilâhî) aşk, insanın değeri, dünyanın geçiciliği, nefsin kötülüğü, ahlâk ve toplumla ilgili konular” ele alınıp işlenmiştir.
8- Şiirlerde genel olarak bir “bütünlük” göze çarpar.

Tasavvuf Edebiyatı Nazım Türleri

a) İlâhî: Allah aşkıyla ve O’na kavuşma arzusuyla yazılan şiirlerdir. Kendilerine has besteleri vardır. İlâhîlerde, insanın nefsiyle mücadelesi, olgun insan olmanın gereği, gönül kırmanın yanlışlığı gibi konular işlenir. Genel olarak dörtlüklerden oluşur. Sekizli hece ölçüsüyle yazılırlar. Fakat aruz ölçüsünün kullanıldığı da olur. Kafiye dizilişi koşma gibidir.
b) Nefes: Daha çok Bektaşî tarikatına bağlı olan şairlerin yazdığı şiirlerdir. Konuları yönünden ilâhîlere benzer. Hz. Muhammet, Hz. Ali ve Hacı Bektaş-ı Velî’nin özel bir yeri vardır. Besteyle söylenir.
c) Deme: Alevî tarikatından olan tekke ozanlarının, tarikatlarıyla ilgili konuları işledikleri şiirlerdir. Sekizli hece ölçüsüyle söylenirler. Pîr Sultan Abdal’ın şiirleri gibi.
ç) Devriye: “O’ndan gelip O’na döneceğimiz” düşüncesini anlatan manzum ve mensur eserlerdir.
d) Şathiye: Ciddî bir duygu veya düşünceyi, iğneli ve mizahî bir dille anlatan şiirlerdir. Sembollerle dolu oldukları için, başlangıçta anlamsız gelen; fakat açıklandıklarında çok derin anlamlar taşıdıkları görülen şiirlerdir.
e) Methiye: Sofiler (tasavvuf yoluna girenler), bağlı bulundukları tarikatın büyükleri, kendi mürşitleri (şeyhleri) hakkında övgü şiirleri yazarlar. Bu şiirlere “methiye” denir. Dörtlükler halinde ve hece ölçüsüyle yazılabildiği gibi, beyitler (ikilikler) halinde ve aruz ölçüsüyle de yazılabilir.
f) Nutuk: Tasavvuf konusunda yazılmış öğüt verici şiirlere denir.

3- Âşık Edebiyatı (Âşık Tarzı Türk Şiiri): Âşık edebiyatı, “âşık” adı verilen saz şairlerinin (ozanların) genellikle din dışı konuları işledikleri eserlerinden oluşan edebiyattır. Bu edebiyat, İslâmiyet’ten önceki Türk edebiyatının özelliklerini (ölçü, kafiye, nazım birimi, işlenen konular vs.) büyük ölçüde sürdürmüştür. Duygu ve düşüncelerin belli bir ölçü ve kafiyeye dayanarak en tabiî şekilleriyle yansıtılmasıyla oluşmuştur. Estetik yönden çok güçlü değildir. Güzelliği doğallığından gelmektedir. Günümüze kadar ulaşmış değerli eserler, yüzlerce yıldan beri halkın beğeni süzgecinden geçmiş, usta-çırak geleneği içinde ortaya konmuş ürünlerdir.

Âşık Edebiyatının Özellikleri

1- Dil, halkın konuştuğu sade Türkçedir.
2- Nazım birimi dörtlüktür.
3- Ölçü hece ölçüsüdür. Genellikle sekizli ve on birli hece ölçüsü kullanılır.
4- Uyum sağlamak için durak yapılır. (4+4, 4+4+3, 6+5 gibi)
5- Konular günlük hayattan alınır. Halkın hayatını etkileyen olaylar, göçler, savaşlar, tabiî afetler, açlık, yokluk, aşk, ayrılık, özlem, acı, tabiat, sevinç, mutluluk en çok işlenen konulardır.
6- Şiirler saz eşliğinde söylenir. Yani söz ve ezgi iç içedir.
7- Divan edebiyatında olduğu gibi, sevgili için kalıplaşmış mecazlar kullanılır. Boy için Selvi, kaş için yay veya keman, diş için inci vb.
8- Âşık edebiyatında, şekil mükemmelliği ilk ve temel amaç değildir. Bu yüzden kafiyeli kelimelerin seçiminde titizlik gösterilmez. Daha çok yarım kafiyelerle redifler kullanılır.
9- Şiirlerin, işlenen konuyu yansıtan başlıkları yoktur. Her şiir, nazım şeklinin veya türünün adını alır. (koşma, güzelleme, koçaklama, taşlama, destan, semai vb.)
10- Hayalden çok gözleme önem verilir. Şair, gerçeği bozan öğeleri kullanmaz. Benzetmelerini somut varlıklardan hareketle yapar. Doğa, şair için duygu ve düşüncelerin anlatımında bir araçtır. Pek çok şair, sosyal olayları şiire yansıtır, kimileri çeşitli halk hareketlerinin öncülüğünü yapmıştır.
11- Şairler, şiirlerinin son dörtlüğünde isimlerini veya mahlâslarını (takma adlarını) geçirirler.
12- Bu edebiyat zayıflamakla birlikte devam etmektedir.
13- Âşık edebiyatı daha çok, eğitim öğretim imkânlarından mahrum olan halkın ihtiyaçlarını, duygu, düşünce, beklenti ve hayallerini yansıtır.
14- Şiirler, “cönk” adı verilen eserlerde toplanmıştır.
15- Şairler, usta-çırak geleneği içinde yetişir.

Âşık Edebiyatı Nazım Türleri

Semaî: Âşık edebiyatı nazım şeklidir. Sekizli hece ölçüsüyle söylenir. Kendine özgü bir ezgisi vardır. Dörtlük sayısı üç ile altı arasında değişebilir. Kafiye dizilişi koşma gibidir. Konuları koşma ile aynıdır.

Varsağı: Güney Anadolu’da “Varsak” Türkleri arasında özel bir ezgi ile söylenen şiirlerdir. Koşma tarzında, sekizli hece ölçüsüyle söylenir. İçinde, “bre, hey, behey” gibi yiğitçe seslenişlere yer verilmesiyle semaîden ayrılır.

Destan: Toplumu yakından ilgilendiren savaş, ayaklanma, deprem gibi konularla, acıklı hikâyeler üzerine söylenen şiirlerdir. Genellikle on birli hece ölçüsü kullanılır. Dörtlük sayısı altıdan yüze kadar olabilir.

Koşma: Âşık edebiyatının en sevilen, en yaygın nazım şeklidir. En güzel ve duygulu şiirler bu tarzda verilmiştir. Divan edebiyatında “gazel” ne ise, halk edebiyatında da “koşma” odur. Genellikle on birli hece ölçüsüyle söylenir. Nazım birimi dörtlüktür. Dörtlük sayısı genellikle üç veya beş olur. Kafiye dizilişi; ya “abcb, dddb, eeeb …”, ya “abab, cccb, dddb …” ya da “aaab,cccb,dddb …” şeklinde olur. Genellikle aşk, sevgi, güzellik ve tabiat konuları işlenir. Son dörtlükte şairin adı veya mahlâsı geçer. Koşmalar, konularına göre şu türlere ayrılır:

a) Güzelleme: Sevilen bir kişiyi veya doğa parçasının güzelliğini övmek ve anlatmak için söylenen koşma türüdür. Şekil özellikleri koşma ile aynıdır.

b) Koçaklama: Savaş, yiğitlik, vuruşma üzerine söylenen koşma türüdür. Şekil özellikleri koşma ile aynıdır.
c) Taşlama: Tek tek kişilerin veya toplumun eksik, aksak, yanlış yönlerini eleştirmek, yermek için söylenen koşma türüdür. Bu tür şiirlere günümüz edebiyatında “yergi”, divan edebiyatında “hiciv” veya “hicviye”, Batı edebiyatlarında ise “satir” veya “satirik şiir” denir.

DİVAN EDEBİYATI

İslâmiyet’in kabulünden sonra, 13. yüzyılda ortaya çıkan bir edebiyattır. Medreselerden yetişen, eğitim seviyesi yüksek şair ve yazarların oluşturduğu bir edebiyattır. Bu şairler şiirlerini “divan” adını verdikleri eserlerde toplamışlardır. Muhtemelen bu yüzden bu edebiyata divan edebiyatı denmiştir. (Bu edebiyata klasik edebiyat da denmektedir.)

Divan Edebiyatının Özellikleri

1- Kullanılan dil; Arapça, Farsça kökenli kelime ve tamlamalarla yüklü ağır bir dildir.
2- Nazım birimi genel olarak beyittir. 3- Ölçü aruz ölçüsüdür.
4- Genellikle Arap ve Fars edebiyatlarından alınmış gazel, kaside, mesnevî, rubaî gibi nazım şekilleri kullanılır.
5- Şiirlerde çoğu zaman konu bütünlüğü yoktur. Her beyit anlam bakımından kendi başına bir bütün sayılır. Yani “bütün güzelliği” değil, “parça güzelliği” önemlidir.
6- Duygu, düşünce ve kavramlar, hemen her şair tarafından ortaklaşa kullanılan ve adına “mazmun” denilen söz kalıplarıyla anlatılır. Söz gelimi, “kaş” için “yay”, “kirpik” için “ok”, “ağız” için “gonca”, “sevgilinin boyu” için “selvi”, “sevgilinin yüzü” için “ay” mazmunları kullanılır.
7- Divan edebiyatında sanatlı bir anlatım görülür. Edebî sanatlara sık rastlanır.
8- Şekil güzelliğine ve söyleyiş mükemmelliğine (üslûba) büyük önem verilir.
9- Divan şiirinin genel olarak soyut bir dünyası vardır.
10- Aşk, sevgi, güzellik, aşk acısından duyulan ızdırap, sevgiliye özlem gibi konularla, ahlâkî ve felsefî konular işlenir.
11- Divan şiirinde daha çok tam ve zengin kafiye kullanılır.
12- Şiirlerin son beytinde veya son dörtlüğünde şairin mahlâsı geçer.
13- Divan edebiyatında nesir; sade nesir, süslü nesir ve orta nesir olmak üzere üçe ayrılır.
14- Divan edebiyatı nesrinde noktalama işaretleri yoktur.

Divan Edebiyatı Nazım Türleri

GAZEL: Gazel, Arap edebiyatına ait bir nazım şeklidir. Bu nazım şekli klasik Türk (divan) edebiyatında da çok yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Nazım birimi beyittir. Ölçü aruz ölçüsüdür. Beyit sayısı en az beş, en fazla on beştir. Genellikle “aşk, sevgi, güzellik, sevgiliye özlem, aşk derdinden çekilen acılar” gibi konularla, ahlâkî ve felsefî konular işlenir. Divan şairleri ustalıklarını daha çok gazel türünde yazdıkları şiirlerle ortaya koymaya çalışmışlardır. Gazelin ilk beytine “matla beyti”, son beytine “makta beyti”, en güzel beytine de “beytül gazel” denir. Son beyitte şairin mahlâsı geçer. Bu beyite “taç beyit” de denir. Gazelin birinci beyti kendi arasında kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyit ile kafiyelidir. (aa, ba, ca, da, …)
                Bazı gazellerde konu birliği bulunur. Bu tür gazellere, “yek-âhenk gazel” denir. Beyitleri arasında hem konu birliği bulunan, hem de bütün beyitleri aynı güzellikte olan gazellere de “yek-âvâz gazel” adı verilir. Mısralarının ortasında da kafiye bulunan gazellere ise “musammat gazel” denir.

KASİDE: Kaside, beyitlerle yazılan bir divan edebiyatı türüdür. Ölçüsü aruz ölçüsüdür. Kafiye dizilişi gazel gibidir. Beyit sayısı otuz üç ile doksam dokuz arasında değişir. Kaside nazım türü Arap edebiyatından İran ve Türk edebiyatlarına geçmiştir. Bir övgü şiiridir. Kasideler rediflerine, redifleri yoksa kafiyelerine veya “nesib” bölümünün konusuna göre adlandırılır. Kasideler şu bölümlerden oluşur:
1- Nesib: Kasidenin başlangıç bölümüdür. Bu bölümde şair bir tasvir yapar. Nesib bölümü çok çeşitli konularda olabilir. Genellikle “bahar, yaz, kış” gibi tabiat; “İstanbul, Edirne, Bursa, köşk, saray, bahçe” gibi yer; “Ramazan, bayram” gibi zaman; “savaş, düğün, av” gibi olay tasvirleri yapılır. Bu bölümün beyit sayısı on beş, yirmi dolayındadır. Nesib bölümüne “teşbib” bölümü de denir.
2- Girizgâh: Kasidelerin nesib bölümünden methiye bölümüne geçişi sağlayan bölümüdür. Bir veya iki beyittir.
3- Methiye: Peygamber, padişah, sadrazam, vezir, paşa gibi önemli kişileri övme bölümüdür. Bu bölümün beyit sayısı çoktur. Şairler bu bölüme ayrı bir önem verirler.
4- Tegazül: Kasidelerin içinde, genellikle methiye bölümünden sonra aynı ölçü ve aynı kafiyeyle araya konulan gazeldir. Her kasidede bulunmayabilir.
5- Fahriye: Kasidede şairin kendini ve sanatını övdüğü bölümdür. Bir veya birkaç beyitten oluşur.
6- Taç: Şairin mahlâsının geçtiği beyittir.
7- Dua: Şair bu bölümde; methiye bölümünde övdüğü kişi, ülkesi ve halkı için Allah’tan iyi dileklerde bulunarak dua eder ve kasideyi bitirir.
Konularına Göre Kaside Türleri
1- Tevhid: Allah’ın birliğini ve büyüklüğünü anlatmak için yazılan kasidelere tevhid denir.
2- Münacat: Allah’a yalvarmak yakarmak şeklinde yazılan kasidelere münacat denir.
3- Naat: Hazreti Muhammed’i övmek için yazılan kasidelere naat denir. Naatlarda, peygamberimizin özellikleri anlatılır. Ona duyulan sevgi dile getirilir. Divan şiirinde en ünlü naat örneği, Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”dir.
4- Methiye: Bir kimseyi övmek için yazılan kasidelerdir. Methiyeler; ya “padişah, şeyhülislâm, sadrazam, vezir, paşa” gibi devlet büyüklerini ya da “dört halifeyle din ve tarikat büyüklerini” övmek için yazılır.
5- Mersiye: Sevilen bir kimsenin ölümünden duyulan üzüntü ve acıları anlatmak amacıyla yazılan kasidelerdir. Bu tür şiirlere halk edebiyatında “ağıt”, İslâmiyet’ten önceki Türk edebiyatında ise “sagu” denir.
6- Hiciv (Hicviye): İnsanların veya toplumun eksik, aksak ve yanlış yönlerini iğneleyici bir dille yeren, eleştiren kasidelerdir. Bu tür şiirlere halk edebiyatında “taşlama”, günümüz edebiyatında “yergi”, Batı edebiyatında ise “satir” veya “satirik şiir” denir.

MESNEVÎ: Divan edebiyatına İran edebiyatından geçmiş bir nazım şeklidir. Nazım birimi beyittir. Her beyit kendi arasında kafiyelidir. (aa, bb, cc, dd, ee, …) Beyit sınırlaması yoktur. Kafiye bulma zorluğu olmadığı için, şair mesnevîsini istediği kadar uzatabilir. Uzun aşk hikâyeleri, din ve tasavvufla ilgili konular genellikle mesnevî nazım şekliyle yazılır. Edebiyatımızdaki ilk mesnevî örneği, Yusuf Has Hâcib’in yazdığı “Kutadgu Bilig” adlı eserdir. En uzun mesnevî ise, Mevlânâ’nın “Mesnevî” adlı eseridir. Bunlardan başka Fuzûlî’nin “Leylâ vü Mecnun”, Şeyh Galip’in “Hüsn ü Aşk” adlı eserleri edebiyatımızın diğer tanınmış mesnevî örnekleridir.

MÜSTEZAT: Divan edebiyatı nazım şekillerindendir. Nazım birimi beyittir. Beyitlerin birinci mısraları uzun, ikinci mısraları kısadır. Sonraları bazı şairler müstezat şiir türünde değişikler yapmışlar, duygu ve düşüncelerini üç, dört hatta beş mısrada tamamlamışlardır. Bunun sonucunda “serbest müstezat” adı verilen bir şiir türü ortaya çıkmıştır. Mehmet Akif Ersoy’un ve Tevfik Fikret’in bazı şiirleri serbest müstezat türüne örnektir.
MURABBA: Divan (klasik) edebiyatımızın nazım şekillerindendir. Aruz ölçüsüyle yazılır. Dörtlüklerden meydana gelir. Dörtlük sayısı üç ile dokuz arasında değişebilir. Eğer birinci dörtlükten sonraki dörtlüklerin dördüncü mısraları birinci dörtlük ile kafiyeliyse (aaaa, bbba, ccca, ddda…) bu tür murabbalara “müzdeviç murabba” denir. Bütün dörtlüklerin son mısraları nakarat (aaan, bbbn, cccn, …) ise bu tür murabbalara da “mütekerrir murabba” adı verilir.

RUBAİ: Tek bir dörtlükten oluşan divan edebiyatı nazım şeklidir. Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Kafiye dizilişi manide olduğu gibidir: aaxa Aruzun çeşitli kalıplarıyla yazılır. Rubailerde; dünya görüşüyle ilgili konular, tasavvufî, felsefî konular, beşerî ve ilâhî aşk konuları işlenir. Rubai denince ilk akla gelen isim, İranlı şair Ömer Hayyam’dır. Türk edebiyatında da Mevlânâ, Yahya Kemal Beyatlı ve Arif Nihat Asya gibi şairler bu tür ile şiirler yazmışlardır.

ŞARKI: Divan edebiyatının, bentlerle kurulan nazım şekillerindendir. Şarkı, klasik Türk (Divan) edebiyatına, Türkler tarafından kazandırılmış bir nazım şeklidir. Bestelenmek için yazılır. Konusu genellikle aşktır. Ölçüsü aruz ölçüsüdür. Dörtlüklerden meydana gelir. Dörtlük sayısı üç beş civarında olur. Dörtlüklerin sonunda aynen tekrarlanan mısralara nakarat denir. Son dörtlükte şairin mahlâsı geçer. Divan edebiyatında, “şarkı” nazım şeklinin ortaya çıkmasında, halk edebiyatındaki koşma ve türkünün büyük etkisi olmuştur. Şarkıların kafiye dizilişi; ya “aaaa, bbba, ccca, …” , ya “abab, cccb, dddb, …”, ya da “anan, bbbn, cccn, …” şeklinde olur. Türk edebiyatında en güzel şarkıları 18. yüzyıl divan şairlerinden Nedim yazmıştır.

TUYUĞ: Tek bir dörtlükten meydana gelir. Divan şairlerinin, halk edebiyatındaki “mani”nin etkisiyle ortaya çıkardıkları bir türdür. Yani tuyuğ da şarkı gibi Türk edebiyatına özgü bir türdür. Kafiye dizilişi, “aaxa” şeklindedir. Aruz ölçüsünün “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılır. Mertlik, yiğitlik, aşk, sevgi gibi konuların yanı sıra hikmetli, tasavvufî ve felsefî konular da işlenir. Ali Şîr Nevaî ve Kadı Burhaneddin’in tuyuğ türünde şiirleri vardır.

TERKİB-İ BEND: Divan edebiyatında, bendlerle kurulan uzun nazım şeklidir. Bend sayısı beş ile on beş arasında değişir. Bendler, “hane” ve “vasıta” denilen bölümlerden meydana gelir. Hane bölümleri gazel şeklinde (aa, ba, ca …) kafiyelenir ve beş on beyitten oluşur. Vasıta bölümü ise, hanenin sonundaki beyittir ve mısraları kendi arasında kafiyelenir. Terkib-i bendlerde sosyal yergiler, felsefî düşünceler, hayattan şikâyet konuları işlenir. Edebiyatımızdaki en ünlü terkib-i bend şairi Bağdatlı Ruhî’dir. Onun bir terkib-i bendine üç yüzden fazla “nazire” yazılmıştır. En güzel nazireyi ise Ziya Paşa yazmıştır.

TERCİ-İ BEND: Terkib-i bendlerdeki “hane”lerin sonundaki vasıta beyiti, her hanenin sonunda “nakarat” şeklinde ise bu tür terkib-i bendlere “terci-i bend” denir. Terci-i bendlerde dinî konular, evrenin sonsuzluğu, hayatın karışıklığı gibi soyut konular işlenir. Bu türün en önemli temsilcisi Ziya Paşa’dır.
MASAL

Masallar, olağanüstü ve hayalî olayların anlatıldığı anonim ürünlerdir. Masallarda gerçek hayattan kişilerin yanı sıra, cin, peri, dev gibi olağanüstü varlıklar da bulunur. Zaman ve yer belirsizdir. Hayal gücünün ürünüdürler. Düzyazı biçimindedir ve nesillerden nesillere anlatılagelmiş bir edebiyat türüdür. Masalların sonunda iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Bu bakımdan çocuk eğitiminde önemli yer tutar. Masallar üçüncü kişi ağzından anlatılır.
Masallar; “döşeme, olay ve dilek” bölümlerinden oluşur. Döşeme bölümü genellikle bir tekerlemeden oluşur ve dinleyici olağanüstü bir hikâye dinlemeye hazırlanır. (Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde; Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş; Develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken gibi.) Olay bölümü, olayların belli bir düzen ve plan içinde anlatıldığı ve sonuçlandırıldığı bölümdür. Dilek bölümünde de, genellikle iyi dileklerle masala son verilir. (Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine; Gökten üç elma düştü…)
Dünya edebiyatında Alman Grimm Kardeşler, Türk edebiyatında Eflâtun Cem Güney masal derleyen yazarlardır

HİKÂYE (ÖYKÜ)

Gerçek ya da gerçeğe uygun olarak tasarlanmış bir olayı, bir durumu “zaman, mekân (yer) ve kişi” unsurlarına bağlı olarak güzel bir şekilde, edebî bir üslûpla anlatan yazı türüne denir.
Dünya edebiyatında İtalyan Boccacio (Bokasiyo)’nun “Dekameron Hikâyeleri” ilk hikâye örneği olarak kabul edilir. Batıda yetişen diğer önemli hikâyeciler ise şunlardır: Guy de Maupassant, Alphonse Daudet, O Henry, Mark Twain, John Stainbeck, Anton Çehov vb
Türk edebiyatında modern hikâyeden önce “halk hikâyeleri, destanlar, masallar, efsaneler, mesneviler” bu türün yerini tutan ürünlerdi. Bugünkü anlamda modern hikâye edebiyatımıza Tanzimat’la birlikte geldi. Modern hikâyeye geçişin ilk denemesi, Emin Nihat’ın “Müsameretname” adlı, masal özellikleri taşıyan eseridir. Edebiyatımızda Batılı anlamda ilk hikâye kitabı kabul edilen eser, Ahmet Mithat Efendi’nin “Letaif-i Rivayât”ıdır. Batılı anlamda ilk başarılı hikâye kitabı ise, Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı eseridir.
Türk edebiyatında tanınmış hikâye yazarları ise şunlardır: Ahmet Mithat Efendi, Halit Ziya Uşaklıgil, Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Memduh Şevket Esendal, Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Haldun Taner, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, Orhan Kemal, Tarık Buğra, Sevinç Çokum, Emine Işınsu, Mustafa Kutlu, Osman Çeviksoy, Bilge Karasu vb.
Hikâyenin Unsurları: Olay, kişiler, zaman, mekân (yer, çevre), üslûp (dil ve ifade)tur.

Hikâye Çeşitleri

Hikâyeler “tarz ve teknik” bakımından, “olay hikâyesi” ve “durum hikâyesi” olmak üzere ikiye ayrılır. Bunların dışında “ben merkezli hikâye” ile “halk hikâyeleri” de vardır ki böylece sayı dört olmaktadır.
1- Olay Hikâyesi (Klasik Hikâye): Anlatılan olay, “kişi, zaman ve mekân” unsurlarına bağlı olarak verilir. Bu tarz hikâyelerde anlatılanlar “olay” üzerinde yoğunlaşır. Genellikle “serim, düğüm, çözüm” bölümlerine uyularak yazılır. Bu tarz hikâye anlatımı, Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Guy de Maupassan (Guy Dö Mopasan) tarafından geliştirildiği için bu çeşit hikâyelere “Mopasan tarzı hikâye” de denir.
Mopasan tarzı hikâyelerde, anlatılan bir olay, bir başlangıç ve bir son vardır. Olay sağlam bir mantıkla geliştirilerek işlenir. Okuyucuya pek fazla hayal kurma ve yorum yapma imkânı verilmez. Türk edebiyatında bu tarz hikâyenin ilk önemli temsilcisi Ömer Seyfettin’dir.
2- Durum Hikâyesi (Kesit Hikâyesi, Modern Hikâye): Durum hikâyelerinde olay çok fazla ağırlıkta değildir. Bununla birlikte “duygu, düşünce, hayal, davranış, kişisel ve sosyal yorumlar” gibi unsurlar ön plandadır. Psikolojik tahliller bu tür hikâyelerde önemli yer tutar. Hikâye, olay hikâyesinde olduğu gibi bir sonuca bağlanmayabilir. Yani okuyucuya daha çok yorum yapma ve hayal kurma imkânı tanınır. Durum hikâyesi, ünlü Rus hikâyecisi Anton Çehov tarafından yaygınlaştırıldığı için “Çehov tarzı hikâye” adıyla da anılır. Türk edebiyatında bu tarz hikâyenin en önemli temsilcileri Sait Faik Abasıyanık ile Memduh Şevket Esendal’dır.
3- Ben Merkezli Hikâye: Gözlem ve olaylardan hareketle bireysel bunalımların, içi çatışmaların anlatıldığı hikâyelerdir. Bu hikâyelerde yazarın kişiliğiyle hikâye kahramanının kişiliği iç içe girmiştir. Gerçeklikle hayaller bir arada verilir. Hikâyenin kahramanı, kendini çevreleyen dünyayı kendi ruh hâline göre anlatır; düşlerine sığınır.
Ben merkezli hikâyeler, olay hikâyesinden ziyade durum hikâyesine yakındır. Hikâyeler birinci şahsın ağzından (kahraman anlatıcının bakış açısı) anlatılır. Hikâyeler, çarpıcı ve beklenmedik bir sonla bitirilir. Sait Faik Abasıyanık’ın bazı hikâyeleri, Bilge Karasu’nun hikâyeleri bu hikâye türüne örnektir.
4- Halk Hikâyeleri: Nazımla nesrin iç içe olduğu uzun aşk ve kahramanlık hikâyeleridir. Bunlar destan döneminin sonlarına doğru ortaya çıkmış ürünlerdir. Tarihî olaylara, destanlara göre daha az yer verilir. Kişiler de gerçeğe daha yakındır. ikâyeler genel olarak saz eşliğinde, âşıklar tarafından anlatılır. Ağırlıklı olarak aşk konusu işlenir. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun Ferhat ile Şirin, Karacaoğlan gibi. Bunun yanında kahramanlık hikâyeleri de vardır. Hazreti Ali’nin Cenkleri, Köroğlu, Battal Gazi gibi. Dede Korkut Hikâyeleri edebiyatımızda, destan geleneğinden halk hikâyeciliği geleneğine geçişin ürünleridir. Destanlardaki “alp” tipi, halk hikâyelerinde yerini “âşık” tipine bırakmıştır.

ROMAN

Hayatı en gerçek ve geniş boyutlarıyla ele alan, yaşanan veya tasarlanan hayatı, kişileri, toplumu, karakterleri, görenekleri, çevreyi en geniş şekilde inceleyen; duyguları, tutkuları çözümleyen uzun hikâyelere roman denir.
Romanın Unsurları: Romanda da, hikâyede bulunan “olay (olaylar zinciri), kişiler, yer, zaman ve üslûp (dil ve ifade)” unsurları bulunur.

Roman Türleri

Romanlar işledikleri konulara göre şu türlere ayrılır:
1- Tarihî Romanlar: Bu tür romanlar, tarihin değişik dönemlerindeki olayları işler. Kahramanları gerçek veya hayalî olabilir. Ancak anlatılanlar tarihî gerçeklere çoğu zaman uygundur.  Tarihî roman, romantizm akımının ürünüdür. Dünya edebiyatında bu türün ilk örneğini İngiliz yazar Walter Scott vermiştir. Türk edebiyatında ilk tarihî roman Namık Kemal’in “Cezmi” adlı eseridir. Şu eserler de tarihî roman türüne örnektir: Monte Cristo (Aleksandre Dumas), Taras Bulba (Gogol), Salambo (Gustave Flaubert), Küçük Ağa, Osmancık (Tarık Buğra), Devlet Ana (Kemal Tahir), Bozkurtlar, Deli Kurt (H. Nihal Atsız), Kilit, Kapı, Çatı vb. (Mustafa Necati Sepetçioğlu).
2- Sosyal Roman: Toplumsal sorunları işleyen romanlardır. Bu tür romanlarda sosyal olay ve olguların (ihtilâl, sınıf çatışmaları, köyden şehre göç, ırkçılık, yoksulluk…) sebepleri üzerinde durulur. Sefiller (Victor Hugo), Gazap Üzümleri (John Stainbeck), Bereketli Topraklar Üzerinde (Orhan Kemal).
3- Psikolojik Roman: Bu tür romanlara tahlil romanı da denir. Psikolojik romanlarda roman kahramanlarının ruh çözümlemeleri yapılır; onların insanlara, olaylara ve topluma bakışı yansıtılır. Psikolojik roman türünün dünya edebiyatındaki ilk örneği Madame de la Fayette’in “Princesse de Cleves” adlı eseri, Türk edebiyatındaki ilk örneği ise Mehmet Rauf’un “Eylül” adlı romanıdır. Bizim edebiyatımızda ayrıca Peyami Safa ile Ahmet Hamdi Tanpınar da bu türde başarılı romanlar yazmıştır. Şu eserler bu roman türünün örnekleridir: Suç ve Ceza (Dostoyevski), Genç Werter’in Acıları (Goethe), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Bir tereddüdün Romanı (Peyami Safa), Huzur (Ahmet Hamdi Tanpınar).
4- Macera (Serüven) Romanı: Günlük hayatta her zaman rastlanmayan, şaşırtıcı, değişik ve esrarlı olayları konu edinen romanlardır. Bu tür romanlarda olaylar, okuyucuyu şaşırtacak ve heyecanlandıracak şekilde gelişir. Kahramanlar çok hareketli, kurnaz, cesur ve kuvvetlidir. Bu romanlarda olayların geçtiği çevre de sık sık değişir.  Şu romanlar bu türe örnek olarak verilebilir: Robinson Crouse (Daniel Defoe), Define Adası (Stevenson), Hasan Mellah (Ahmet Mithat Efendi).
Polisiye romanlar ile egzotik (uzak ülkeleri konu alan) romanlar da macera romanı kapsamında düşünülebilir. Polisiye romanlarda hırsızlık, soygun, cinayet olayları işlenir. Örnek: Agathe Chritie’nin “Nil’de Ölüm, Şark Ekspresinde Cinayet” romanları gibi. Egzotik romanlarda ise Avrupa’ya uzak ülkelerin manzaralarını, oralarda yaşayanların töre ve geleneklerini anlatmak esastır. Örnek: Piyer Loti’nin “İzlanda Balıkçısı” adlı romanı gibi.
5- Bilimkurgu Romanları: Bu tür romanlarda gerçeklerden yola çıkılarak tahmine dayalı bir anlatım yolu benimsenir. Bilimkurgu romanları, varsayımlara dayanır ve günümüz gerçeklerinden yola çıkarak geleceğe ait tahminlerde bulunur. Olandan çok olması beklenenler anlatılır, ütopyalardan söz edilebilir. Jules Verne’in romanları (Ay’a Seyahat, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah) bu türün güzel örnekleridir.
6- Fantastik Romanlar: Bu tür romanlarda anlatılan olaylar tamamen hayal ürünüdür ve uydurma bir dünyada geçer. Zaman belirli veya belirsiz olabilir. Roman kahramanları olağanüstü özelliklere sahip olabilir. Mekân, olağanüstü, hayalî ögelerden oluşur. Fantastik romanlarda hayal, varsayım, abartma gibi unsurlar çok kullanılır. Örnek: Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Narnia Günlükleri gibi.
7- Biyografik Roman: Bir devlet, bilim veya sanat adamının hayatını konu alan romanlardır. Bu tür romanlarda, esere konu olan kişinin hayatı, onu çok iyi tanıyan bir yazar tarafından roman tekniği ve kurgusuyla anlatılır. Oğuz Atay’ın “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı eseri bu türe örnektir. Eğer yazar romanını kendi hayatı etrafında kurgular ve yazarsa bu tür romanlara da otobiyografik roman denir. Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” adlı romanları bu yönüyle otobiyografik roman olarak kabul edilir.

Roman Hakkında Önemli Notlar

Edebiyatımızdaki ilk roman örneği, “Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat” (Şemsettin Sami), ilk edebî roman “İntibah” (Namık Kemal), ilk tarihî roman “Cezmi” (Namık Kemal), ilk psikolojik roman “Eylül” (Mehmet Rauf), ilk köy romanı “Karabibik” (Nabizade Nazım), ilk realist roman “Araba Sevdası” (Recaizade Mahmut Ekrem), ilk natüralist roman “Zehra” (Nabizade Nazım), ilk töre romanı “Kiralık Konak” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu), ilk tezli roman “Yaban” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu), ilk kadın konulu roman “Handan” (Halide Edip Adıvar), Batı teknikli ilk roman “Aşk-ı Memnu” (Halit Ziya Uşaklıgil), ilk çeviri roman “Telemak” (Yusuf Kâmil Paşa tarafından Fenelon’dan)tır.
Nehir Roman: Aynı yazarın, konusu itibariyle birbirinin devamı olan romanlarına nehir roman denir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanları gibi.
Dünya edebiyatında bugünkü anlamda roman türünün ilk başarılı örneği kabul edilen eser, Cervantes’in “Don Kişot” adlı romanıdır. (16. yüzyıl sonlarında)

TİYATRO

Tiyatro: İnsan hayatını, sahnede seyirciler önünde canlandırma sanatına tiyatro denir. Ayrıca “sahne eseri” ve “sahne eserinin oynandığı yer” anlamlarında da kullanılır.
Tiyatro da diğer güzel sanatlar gibi, dinî törenlerden doğmuştur. Bugünkü anlamda modern tiyatro, Yunan tanrısı Dionysos adına yapılan törenlerden çıkmıştır. Bir bahar tanrısı olan Dionysos’u Yunanlılar Bağbozumu Tanrısı olarak bilmişlerdir. Latinler bu tanrıya Bacchus adını vermişlerdir. Eski Yunan’da bu tanrı için yapılan törenlerde önceleri bir koro ilâhîler söylerdi. Sonraları bu koroya bir aktör eklenmiş ve konuşmalar başlamıştır. Zamanla aktörler çoğalmış ve bu dinî törenler “tiyatro” adını almıştır.
Tanzimat’tan önce de edebiyatımızda “Meddah, Karagöz, Orta Oyunu” gibi çok eskilere dayanan sözlü tiyatro geleneği bulunmakla birlikte, Batılı anlamda modern tiyatro bize Tanzimat’la birlikte gelmiştir. Bu anlamda edebiyatımızdaki ilk yerli tiyatro eseri Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı oyunudur. Sahnelenen ilk tiyatro eseri ise Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”sidir.
Türk edebiyatında tiyatro türünde eser vermiş yazarların tanınmışları şunlardır: Şinasi, Namık Kemal, Direktör Âli Bey, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Mithat Efendi, Abdülhak Hâmit Tahran, Şemsettin Sami, Ebuzziya Tevfik, Samipaşazade Sezai, Muallim Naci, Mehmet Rauf, Cenap Şahabettin, Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Musahipzade Celâl, Necip Fazıl Kısakürek, Vedat Nedim Tör, Ahmet Kutsi Tecer, Orhan Asena, Necati Cumalı, Turgut Özakman, Refik Erduran, Aziz Nesin, Haldun Taner, Turan Oflazoğlu, Recep Bilginer, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Yahya Akengin, Adalet Ağaoğlu, Güngör Dilmen Kalyoncu vb.

Tiyatro Terimleri

Perde: Olayların gelişmesine göre oluşturulan bölümler. Sahne: Olayların geçtiği, oyunun oynandığı yer. Dekor: Tiyatroda sahneyi eserin konusuna göre döşeyip hazırlamada kullanılan eşyanın genel adı. Kostüm: Oyuncuların giydikleri kıyafet, giysi. Makyaj: Oyuncuların rol gereği yüzlerinde, saçlarında yaptıkları değişiklik. Aktrist: Kadın oyuncu. Aktör:Erkek oyuncu. Rejisör (Yönetmen): Oyunu sahneye koyan, hazırlayan kişi. Jest: Oyuncuların her türlü el, kol ve vücut hareketleri. Mimik: Oyuncuların kaş, göz ve yüz hareketleri. Rol: Oyuncuların sahnedeki görevleri. Suflör: Oyuncuların unuttukları sözleri seyircilere duyurmadan hatırlatan kişi. Kulis: Sahne arkası. Dramatize etmek: Bir düşünceyi, duyguyu veya olayı canlandırarak anlatmak. Epizot: Ana olayın içindeki ikinci olay. Mizansen: Oyunun sahneye konması düzeni. Diyalog: Karşılıklı konuşma. Monolog: Oyuncunun tek başına konuşması. Tirat: Sahnedeki uzun konuşmalar. Replik: Oyunda, konuşanların birbirlerine söyledikleri sözlerden her biri. Tulûat: Yazılı metne dayanmayan, önceden hazırlanmadan, sahnede akla geliveren sözlerle oynanan oyun. Opera: Sözleri müzik eşliğinde söylenen, seçkin konuların işlendiği müzikli tiyatro çeşidi. Operet: Operaya benzeyen, sözlerinin bir kısmı müzikli, halk için yazılmış tiyatro türü. Bale: Konusu, çeşitli dans ve ritmik hareketlerle anlatılan müzikli, sözsüz bir çeşit tiyatro. Pandomima: Jest ve mimiklerle sergilenen sözsüz oyun. Skeç: Genellikle bir nükteyle son bulan, az kişili ve yalın, şakacı bir içeriği olan kısa oyun. Feeri: Kahramanları doğa üstü varlıklar olan, olağanüstü olayların anlatıldığı tiyatro türü. Fars: Komedinin sanat yönü az, kaba bir türü. Kabare: Genelde güncel konuları (siyasal, toplumsal, kültürel) taşlayıcı biçimde ele alan skeçlerin oynandığı, monologların, şarkıların ve şiirlerin söylendiği küçük tiyatro. Kanto: Tanzimat döneminde, tiyatro sahnesinde azınlık aktristlerince başlatılan oyunlu ve neşeli şarkılar.

Tiyatroda Üç Birlik Kuralı: 1- Olay birliği 2- Yer birliği 3- Zaman birliği (Tiyatroda bir ana olayın aynı yerde, bir günde geçebilecek şekilde düzenlenmesine üç birlik kuralı denir.)


TİYATRO TÜRLERİ

Tiyatronun üç ana türü vardır: Trajedi, komedi ve dram.

TRAJEDİ (TRAGEDYA)

Hayatın acıklı yönlerini, kendine özgü kurallarla sahnede göstermek; ahlâk, erdem örneği vermek amacıyla yazılmış manzum tiyatro türüne denir. Trajedinin ilk örnekleri, MÖ 6. yüzyılda eski Yunan tanrılarından Dionysos için düzenlenen törenlerden doğmuştur. Trajedi, klasizmin etkisiyle (Klasizmde eski Yunan ve Latin edebiyatları örnek alınır.) 17. yüzyılda yeniden canlanmış ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir. Eski Yunan edebiyatında Aiskhyleos, Sophokles ve Euripides; 17. yüzyıl Fransız edebiyatında Corneille ve Racine tanınmış trajedi yazarlarıdır. Bizim edebiyatımızda Orhan Asena’nın “Hürrem Sultan”, Turan Oflazoğlu’nun “Genç Osman, Kösem Sultan, IV. Murat, Deli İbrahim”, Güngör Dilmen Kalyoncu’nun “Kurban” adlı oyunları trajedi türüne örnektir.

Trajedinin Özellikleri
a)Konular tarihten, mitolojiden, efsanelerden ve seçkin kişilerin hayatından alınır.
b)Kişiler tanrı, tanrıça ve soylu kişilerdir.
c)Üslûp soyludur. Kötü, bayağı sözler ve söyleyişler yoktur.
ç)Kişiler arasındaki dövüşme, yaralama ve öldürme gibi korkunç ve çirkin olaylar sahnede gösterilmez; haber verilir.
d)Eserler manzum olarak yazılır.
e)Eser beş perde (bölüm) olarak düzenlenir; bölümler arasında koronun lirik şiirleri yer alır.
f)Üç birlik kuralına uyulur.

KOMEDİ (KOMEDYA)

Hayatın gülünç yönlerini, güldürmek ve düşündürmek amacıyla sahnede yansıtmak için yazılmış tiyatro eserlerine komedi denir. Komedi de trajedi gibi, eski Yunan’da Bağbozomu Tanrısı Dionysos için yapılan dinî törenlerden çıkmıştır. Eski Yunan edebiyatında Aristophanes ve Menandros, Latin edebiyatında Terentius ve Plautus, 17. yüzyıl Fransız edebiyatında Moliere önemli komedi yazarlarıdır. Türk edebiyatının ilk yerli tiyatro örneği olan Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı eserinin türü de komedidir.

Komedinin Özellikleri
a)Konular günlük hayattan ve yaşanan olaylardan seçilir.
b)Kişiler halktan ve üst sınıflardan her çeşit insan olabilir. Kişiliklere uygun her türlü söz ve söyleyişe yer verilir.
c)Kişilerin her çeşit davranışları (öldürme, yaralama vb) sahnede geçebilir.
ç)Perde sayısı değişebilir. (Başlangıçta beş perdeden oluşuyordu.)
d)Üç birlik kuralına uyulur.
e)Komik durumlar ortaya konur. Kaba şakalara ve sözlere yer verilebilir.

Komedi Çeşitleri

Karakter Komedisi: İnsanların gülünç taraflarını göstermeyi amaçlayan komedi türüdür. (Moliere’in “Cimri, Tartuffe”, Shakespeare’in “Hırçın Kız” adlı oyunları)
Töre Komedisi: Toplumların gülünç, aksak taraflarını göstermeyi amaçlayan komedi türüdür. (Moliere’in “Gülünç Kibarlar, Bilgiç Kadınlar”, Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı oyunları)
Entrika Komedisi: Amacı yalnız güldürmek olan, türlü düzen ve olayların sahnelenmesiyle seyircinin ilgisini çeken komedi türüdür. Entrika komedisine “VODVİL” de denmektedir. (Moliere’in “Scapin’in Dolapları”, Shakespeare’in “Yanlışlıklar Komedisi” adlı oyunları)

DRAM

Hayatı olduğu gibi, bütün acıklı ve gülünç yönleriyle sahnede göstermeyi amaçlayan tiyatro türüdür. Dram; konu, kişiler, olaylar, dil ve anlatım, perde sayısı bakımlarından belli kurallara bağlı değildir. Genellikle gerçeğe uygunluğa önem verilir. İngiliz edebiyatında Shakespeare, Alman edebiyatında Goethe ve Schiller, Fransız edebiyatında Victor Hugo dram türünün önemli yazarlarıdır. Türk edebiyatında Namık Kemal ve Abdülhak Hâmit Tarhan bu türün ilk örneklerini vermiştir.

Dramın Özellikleri
a)Acıklı ve gülünç olaylar, hayatta olduğu gibi bir arada bulunur.
b)Konular hem tarihten hem de günlük hayattan alınabilir.
c)Kişiler, halk arasındaki her tabakadan olabilir.
ç)Üç birlik kuralına uyma zorunluluğu yoktur.
d)Nazım ve nesirle, her ikisinin karışımıyla yazılabilir.
e)Perde sayısı yazarın isteğine bağlıdır.
f)Üslûpta ağırbaşlılık aranmaz. Her çeşit konuşmaya yer verilir.

ÇAĞDAŞ TİYATRO

Günümüz tiyatrosu, görünüş ve amaçları birbirinden farklı, “absürt tiyatro” ve “epik tiyatro” olmak üzere iki kola ayrılmıştır.

ABSÜRT (SAÇMA, UYUMSUZ) TİYATRO

Absürt tiyatroda, geleneksel tiyatronun kuralları ve düzenleri hiçe sayılır. Tiyatro, her şeyi anlamaktan, canlandırmaktan çok, bir ses ve hareket düzeni olmalıdır. Olaylar arasında bağ kurulması her zaman şart olmayıp oyun, birbirine ilgisiz görünen sesler, sözler, eylemler hâlinde sürüp gitmelidir. Az olay ve az sözle çok mesaj vermek gerekir. Acıklı olaylar bile alay konusu olabilir. Absürt tiyatroda perde düzenine; serim, düğüm, çözüm bölümlerine önem verilmez. Eser; bilinmeyenlerle, sembollerle ve saçma denilebilecek kurgularla doludur. Bu tiyatro anlayışında önemli olan; bir duygu ve olayın biçimini, oluşumunu göstermektir. Dünya edebiyatında Samuel Beckett, John Osborn; Türk edebiyatında Güngör Dilmen Kalyoncu (Canlı Maymun Lokantası adlı eseriyle) bu tiyatro türünün önemli temsilcileridir.

EPİK TİYATRO

Epik tiyatro, oyunun seyirciyi büyülemesine karşıdır. Yani temsil sırasında, seyircinin oyuna kendini kaptırmasını ve büyülenmesini önlemek ister. Bunun için sahne, dekordan ve olaylardan uzak tutulur. Seyirciye de, temsilde gördüklerinin gerçek değil, bir oyun olduğu hatırlatılır. Epik tiyatro, seyirciyi uyanık tutmak ister. Bunu sağlamak için araya şarkılar, tekerlemeler, oyunu birdenbire kesen açıklamalar konur. Entrikaların iç yüzü durup dururken açıklanır. Epik tiyatronun öncüsü Alman yazar Berthold Brecht’tir. Türk edebiyatında Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı” adlı eseri bu türün önemli örneklerindendir.

GELENEKSEL (GELENEKLİ) TÜRK TİYATROSU

Zamanımızdan yaklaşık dört bin yıl önce Orta Asya’da yaşayan Türk boylarının bulunduğunu biliyoruz. Türklerin “sığır, yuğ, şölen” adları verilen törenlerindeki gösteriler, geleneksel Türk tiyatrosunun ilk örnekleri sayılabilir. Bu törenlerin yönetmen ve oyuncuları, “şaman” adı verilen din adamlarıdır.
                Zamanla içeriği genişleyen dinî törenler, geleneksel törenler hâline gelir. Ergenekon Destanı’nda yer alan “demir dövme” töreni bu örneklerden birini oluşturur. Bu törene bütün boy halkı katılır, büyük bir alan sahne olarak kullanılırdı. Dede Korkut Hikâyeleri incelendiğinde, “ozan” ve “kopuz”un dram sanatının unsurları olduğu anlaşılır. Ayrıca Şamanizm ayinleri bu bakımdan dikkati çeker.
                Orta Asya’daki Türklerin; dine, destan ve efsanelere dayalı dramatik gösterileri dışında, tiyatro gelenekleriyle ilgili yeterli bilgimiz yoktur. Bilgilerimizin bir kısmı Çin kaynaklarına dayanmaktadır. İslâmiyet’ten önceki tiyatromuzla ilgili araştırmalar yapan Sırp araştırmacı Nikoliç, Türklere ait ilkel biçimde yazılmış bir tiyatro metni bulmuştur. Nikoliç’in İslâmiyet’ten önceki dönemde oynandığını sandığı bu metnin konusu şöyledir:
                “Türklerin Çinlilerle yaptıkları savaşlardan biri… Bir Türk kahramanı savaşa gider. Evinde karısını ve çocuğunu bırakır. O gittikten sonra eve bir Çinli gelir. Çinli, bu kadına göz koymuştur. Kocasının yokluğunda ona sahip olmak arzusundadır. Genç kadın kendini çok iyi savunur. Çinli, kadını ele geçiremeyeceğini anlayınca, onu yüzünden yaralar. Savaşa gitmekte olan Türk, unuttuğu hamaylısını (hamail, hamayıl: omuzdan asılan çapraz bağ, kılıç kayışı) almak için evine döner, yaşanan felâketi görür. Saldırgan Çinliyi kalbinden vurarak öldürür.”
                11. yüzyılda İslâmiyet’i tamamen kabul etmiş olan Türkler, yeni kültürün etkisiyle tiyatrodan uzak kaldılar. Buna karşılık, gölge (hayal) oyunları cansız olduğu için hoşgörüyle karşılanmıştır. Ayrıca Türkler; kültür, inanış ve yaşayışlarına uygun olarak geleneğe dayalı bir canlandırma sanatı geliştirdiler.
Geleneksel (Gelenekli) Türk Tiyatrosu adı verilen bu tiyatro anlayışının kolları şunlardır: Meddah, Karagöz, Orta Oyunu ve Köy Seyirlik Oyunları.

MEDDAH

Meddah kelimesi, methedici (övücü) anlamına gelir. Taklitler yapıp hoş hikâyeler anlatarak halkı eğlendiren sanatçıya “meddah” denir. Türk halk zekâsının ve halkın, olayları karikatürize etme gücünün büyük sanatlarından biri olan meddahlık, yüzyıllar boyu yaşamış, Türk halkı arasında büyük ilgi görmüştür. Meddahlık için “tek adamlı tiyatro” diyebiliriz. Meddah, tiyatronun bütün kişilerini varlığında birleştiren bir aktördür. Yüksekçe bir yerde oturarak bir hikâyeyi başından sonuna kadar, canlandırdığı kişileri ağız özelliklerine göre konuşturarak anlatır. Perdesi, sahnesi, dekoru, kostümü, kişileri bulunmayan bu tiyatronun her şeyi “meddah” denilen o tek adamın zekâsına, bilgisine, söz söylemedeki başarısına bağlıdır. Meddahların çoğu hikâyelerine klasik beyitlerle başlarlar. Meddah, anlatacağı hikâyeye geçmeden önce: “Haak dostum Haak!” diyerek çoğunlukla şu beyitle hikâyeye girer:

“Söyledikçe sergüzeşti verir bezme letafet,
                Dinle imdi bende-i âcizden hoş bir hikâyet”

Meddah, kişilerin ağız özelliklerini taklit ettiği gibi hayvanların, doğanın ve cansız varlıkların seslerini de taklit eder. Meddahın iki aracı (aksesuarı) vardır: Biri boynuna doladığı mendili, öteki de elinde tuttuğu sopasıdır. Mendille çeşitli başlıklar yapar, terini siler. Sopayı da oyunu başlatmak, seyirciyi suskunluğa çağırmak, kapıyı vurmak için ya da saz, süpürge, tüfek, at yerine kullanır. Hikâyenin sonunda özür diler, oyundan çıkan sonucu (kıssadan hisse) bildirir. Bir dahaki sefere anlatacağı hikâyenin adını ve hikâyeyi nerede anlatacağını söyler. Günümüzde meddahlıkla ilgili birkaç dağınık yazma ve taş baskısı kitap dışında fazla kaynak yoktur. İstanbul Üniversitesi Kitaplığında bulunan “Mecmua-yı Fevâid” meddahlar üzerine yazılmış önemli bir kaynaktır.

KARAGÖZ

Karagöz bir gölge oyunudur. Bu oyun, deriden kesilen ve “tasvir” denilen birtakım şekillerin (insan, hayvan, bitki, eşya vb.) arkadan ışıklandırılmış beyaz bir perde üzerine yansıtılması temeline dayanır.
Gölge oyununun önce Çin’de (M.Ö. 2. yüzyıl)  veya Hint’te çıktığı söylentileri vardır. Evliya Çelebi ise Karagöz ile Hacivat’ın Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alâaddin Keykubat zamanında (13. yüzyıl) yaşamış gerçek kişiler olduğunu belirtir.
Halk arasındaki bir söylentiye göre ise Karagöz ile Hacivat, Sultan Orhan (14. yüzyıl) zamanında Bursa’da bir cami yapımında çalışmış işçilerdir. İkisi arasındaki nükteli konuşmalar, diğer işçileri oyaladığı için Sultan Orhan tarafından öldürtülmüşlerdir. Daha sonra Şeyh Küşteri, Hacivat ve Karagöz’ün deriden yapılmış tasvirlerini oynatmış ve onların şakalarını tekrarlamıştır. Bu nedenle Karagöz perdesine “Küşteri Meydanı” da denir.
İslâm dünyasında 11. yüzyılda sözü edilmeye başlanan bu oyuna hayal-i zıll (gölge hayali) adı verilmiştir. Karagöz oyunu, bilhassa 17. yüzyıldan sonra yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılda Karagöz, kısaca hayal oyunu diye anılmış, bu oyunu oynatan sanatçılara da hayalî (hayalci, Karagözcü) denmiştir. Karagöz oyunu, halk kültürünün ortak ürünüdür. Bu oyunlarda işlenen çeşitli konuları kimin düzenlediği belli değildir. Karagöz, tulûata (doğaçlamaya) dayandığı için oyunun sözlerini her sanatçı, oyun sırasında kendine göre düzenler. Karagöz oyunları 19. yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanmıştır.

Karagöz Oyununun Bölümleri

Mukaddime (Giriş): Oyunun başlangıç bölümüdür. Perdede görüntü verilmeden önce müzik başlar. Sonra konuya uygun olarak bir görüntü verilir. Hacivat, “Of… Haay, Hak” diyerek perde gazeline başlar.
Muhavere (Söyleşme): Karagöz ile Hacivat arasında geçer. Muhavere iki bölüme ayrılır. Bunlar, fasılla ilişkisi olan ve fasılla ilişkisi olmayan bölümlerdir. Muhaverede yalnız, Hacivat ve Karagöz bir oyun oynar. Bu oyun, olmayacak bir olayın gerçekleşmiş gibi anlatılmasıyla başlar, sonra bunun düş olduğu anlaşılır.
Fasıl (Oyun): Oyunun kendisidir. Hacivat ve Karagöz’den başka oyun kişileri fasılda görünürler. Karagöz oyunları genellikle adlarını bu bölümün içeriğinden alır.
Bitiş: Bu bölüm çok kısadır. Karagöz, oyunun bittiğini haber verir, kusurlar için özür diler, gelecek oyunu duyurur. Karagöz’le Hacivat arasında kısa bir söyleşme geçer. Bu söyleşmede oyundan çıkarılacak sonuç da belirtilir.

Karagöz Oyununun Kişileri: Karagöz oyununun en önemli kişileri Karagöz ile Hacivat’tır. Karagöz, okumamış halkı, Hacivat ise aydın ya da yarı aydın kimseleri temsil eder. Oyunda konuya göre türlü meslek, yöre ve milletlerden kişiler, kendi şiveleriyle taklit edilir. Karagöz oyununun diğer önemli kişileri şunlardır: Çelebi (genç, züppe bir mirasyedi), Altı Kulaç Beberuhi (cüce ve aptal), Tuzsuz Deli Bekir (sarhoş, zorba), Efe (zorba), Matiz (sarhoş), Zenne (kadın), Kastamonulu (oduncu, bekçi), Bolulu (aşçı), Kayserili (pastırmacı), Rumelili (pehlivan, arabacı), Kürt (hamal, bekçi), Lâz (kayıkçı, kalaycı), Arnavut (bahçıvan, korucu, bozacı), Acem (zengin tüccar), Ak Arap (dilenci, kahve dövücüsü), Zenci Arap (lala, köle), Yahudi (bezirgan), Ermeni (kuyumcu), Frenk ve Rum (doktor, terzi, tüccar, meyhaneci), Tiryaki (lâf ebesi).

Karagöz Oyununun Dağarcığı: Bilinen Karagöz oyunlarının sayısı çoksa da Karagöz oyununun klasik dağarcığı yirmi sekiz oyunda birleşmiştir. Bu oyunlardan bazıları şunlardır: Leylâ ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Karagöz’ün Yalova Sefası, Bahçe Sefası, Balıkçılar, Baskın, Ağalık, Horozlu Düğün, Hain Kâhya, Sahte Esirci, Cin Çarpması, Cambazlar.

ORTA OYUNU

Orta Oyunu, çevresi seyircilerle çevrili bir alan içinde oynanan, yazılı metne dayanmayan, içinde müzik, raks ve şarkı bulunan doğaçlama bir oyundur. Orta Oyunu adının geçtiği ilk belge 1834 tarihlidir. Daha eski kaynaklarda bu oyun; kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu, zuhurî gibi adlarla anılmıştır.
Orta Oyunu, han ya da kahvehane gibi kapalı yerlerde de oynanmakla birlikte, genel olarak açık yerlerde ortada oynanan bir oyundur. Oyunun oynandığı yuvarlak ya da oval alana palanga denir. Oyunun dekoru; “yeni dünya” denilen bezsiz bir paravandan ve “dükkân” denilen iki katlı bir kafesten oluşur. Yeni dünya “ev” olarak, dükkân da “iş yeri” olarak kullanılır. Dükkânda bir tezgâh, birkaç hasır iskemle bulunur.
Orta Oyununun kişileri ve fasılları Karagöz oyunuyla büyük oranda benzerlik gösterir. Oyunun en önemli iki kişisi Kavuklu ile Pişekâr’dır. Kavuklu, Karagöz oyunundaki Karagöz’ün, Pişekâr da Hacivat’ın karşılığıdır. Orta Oyununda da gülmece ögesi, Karagöz oyunundaki gibi, yanlış anlamalara, nüktelere ve güldürücü hareketlere dayanır. Oyunda çeşitli mesleklerden, yörelerden, milletlerden insanların meslekî ve yöresel özellikleri, ağızları taklit edilir. Bunlar arasında Arap, Acem, Kayserili, Kastamonulu, Kürt, Frenk, Lâz, Yahudi, Ermeni vb. sayılabilir. Orta Oyununda kadın rolünü oynayan kadın kılığına girmiş erkeğe Zenne denir. Kavuklu Hamdi ile Pişekâr Küçük İsmail Efendi, orta oyununun önemli ustaları sayılır.

Orta Oyununun Bölümleri

Mukaddime (Giriş): Zurnacı, Pişekâr havası çalar. Pişekâr çıkar ve seyirciyi selâmladıktan sonra zurnacıyla konuşur. Bu konuşmada, oynanacak oyunun adı bildirilir. Daha sonra zurnacı Kavuklu havasını çalar. Kavuklu ile Kavuklu arkası oyun alanına girer. Kavuklu ile Kavuklu arkası arasında kısa bir konuşma geçer. Sonra bu kişiler birden Pişekâr’ı görüp korkarlar ve korkudan birbirlerinin üstüne düşerler. Bazı oyunlarda zenne takımı ve Çelebi’nin daha önce çıkıp Pişekâr’la konuştukları bir sahne de vardır.
Muhavere (Söyleşme): Bu bölüm Kavuklu ile Pişekâr’ın birbirleriyle tanıdık çıktıkları tanışma konuşmasıyla başlar. Kavuklu ile Pişekâr’ın birbirinin sözlerini ters anlamaları bir gülmece oluşturur ki buna arzbâr denir. Arzbârdan sonra tekerleme başlar. Tekerlemede Kavuklu, başından geçen olağan dışı bir olayı Pişekâr’a anlatır. Pişekâr da bunu gerçekmiş gibi dinler. Sonunda bunun düş olduğu anlaşılır.
Fasıl (Oyun): Oyunun asıl bölümü, belli bir olayın canlandırıldığı fasıl bölümüdür. Orta oyunu fasılları genellikle iki paralel olay dizisinde gelişir. Dükkân dekorunda gelişen olaylarda genellikle Kavuklu bir iş arar. Pişekâr’ın ona iş bulmasıyla olaylar gelişir. Dükkâna gelip giden çeşitli müşterilerle ilgili oyunlar da vardır. İkinci olaylar dizisi yeni dünya denilen ev dekorunda geçer. Zenne takımının, Pişekâr aracılığıyla ev araması ve bir eve yerleşmesi biçiminde olaylar gelişir.
Bitiş: Oyunun son bölümüdür. Pişekâr, seyircilerden özür dileyerek gelecek oyunun adını ve yerini bildirir. Oyunu kapatır.

Geleneksel Türk halk tiyatrosunun önemli seyirliklerinden olan orta oyunundaki oyunların başlıcaları şunlardır: Tahir ile Zühre, Kale Oyunu, Terzi Oyunu, Yazıcı Oyunu, Fotoğrafçı, Gözlemeci, Kunduracı, Pazarcılar, Mahalle Baskını, Çeşme, Hamam, Çifte Hamamlar, Büyücü Hoca, Eskici Abdi.

KÖY SEYİRLİK OYUNLARI

Kırsal bölgelerde, köylerde görülen, konularını daha çok yöresel hayattan alan seyirlik oyunların oluşturduğu bir tiyatro geleneğidir. Kökleri geçmişe dayanır. Bolluk, sevgi, savaş, kıskançlık, yoksulluk gibi konular işlenir. Köy Seyirlik Oyunu da denilen bu oyunlar sözlü gelenek içinde yer alır. Oyunların içeriği ve yapısı, yörelere göre farklılıklar gösterebilir. Oyuncular genel olarak profesyonel kişiler değildir. Kılık değiştirme, maskeler ve müzik oyun içinde yer alabilir. Köylü tiyatrosu geleneği içinde yer alan oyunlarda, kalıplaşmış sözlerin yanı sıra doğaçlamalar da bulunur.