2 Şubat 2011 Çarşamba

TÜRKÇE VE EDEBİYAT DERSLERİNİN İŞLENİŞİ ÜZERİNE VEYA OKUYAN TOPLUMA DOĞRU

Bilindiği gibi ilköğretim okullarının 6-7 ve 8. sınıfları için hazırlanan Türkçe dersinin programı –müfredatı- 2098 sayılı, lise ve dengi okullar için hazırlanan Türk Dili ve Edebiyatı dersinin programı da 2370 sayılı Tebliğler Dergisinde yer alıyor.

Her iki programın baş tarafındaki “Genel Amaçlar” bölümünde de bu derslerin amaçları maddeler halinde sıralanmış.

O maddelerden hareketle, ilköğretim okullarındaki Türkçe dersiyle, lise ve dengi okullardaki Türk Dili ve Edebiyatı dersinin “en genel amacını” şöyle özetlemek herhalde pek yanlış olmaz. Bu iki dersin amacı öğrencilere, bir metni veya eseri güzel, anlamlı bir şekilde okuma, okuduğunu anlama, anladığını ve ayrıca herhangi bir konuyla ilgili duygu ve düşüncelerini gerek sözlü gerekse yazılı olarak, geniş bir kelime hazinesinin imkânlarını kullanarak, güzel ve etkili bir şekilde anlatabilme yeterliliğini ve özelliğini kazandırmaktır. Öğrencilerin okuma sevgisi ve alışkanlığı kazanmaları, edebî zevke ve dil bilincine ulaşmaları, edebiyatımızın ve başka edebiyatların seçkin örnekleriyle tanışmaları da elbette yine bu amaç çerçevesinde düşünülmelidir.

Peki, kâğıt üzerinde çok güzel ifade edilen bu amaçlar, Türkçe ve edebiyat derslerinin bugünkü işleniş şekliyle yeterince gerçekleştirilebiliyor mu?

Bu soruyu şöyle de sorabiliriz. Şiir okumayı sevdiremediğimiz bir öğrenciye şiir türlerini, koşmanın gazelin özelliklerini, kasidenin bölümlerini; hikâye okumayı sevdiremediğimiz bir öğrenciye hikâyenin unsurlarını, hikâye türlerini; roman okumayı sevdiremediğimiz bir öğrenciye roman türlerini öğretmenin bir yararı, anlamı ve mantığı var mı? Buna verilebilecek olumlu bir cevap bulunduğunu sanmıyoruz. Yani biz, Sayın Murat Belge’nin bir yazısında belirttiği gibi, bu konuda biraz “GİBİ” yaptığımızı –yapıldığını- düşünüyoruz.

Bununla birlikte, eğer bugün okullarımızda, okumayı seven, bunu hâlâ önemli bir ihtiyaç olarak algılayan öğrencilerimiz varsa, bu herhalde iki şekilde oluyor. Ya bu çocukların evlerinde, “okumak” hayatın bir parçası durumundadır ve “Kuş yuvada gördüğünü yapar.” misali çocuk, böyle bir ortama doğduğu ve o ortamda büyüdüğü için okuma alışkanlığını tabiî olarak edinmektedir; ya da ilköğretimde karşısına, okumanın önemine yürekten inanmış ve kendisi de iyi bir okuyucu olan bir sınıf öğretmeni veya Türkçe öğretmeni çıkmıştır. Tabiî bu iki faktör beraberce etkili olmuş da olabilir. Kaldı ki biz, ilköğretimin beşinci sınıfına kadar kazanılmayan okuma sevgisinin ve alışkanlığının, sonraki dönemde edinilmesinin epeyce zor olacağı kanaatindeyiz.

Bu bağlamda, gerek ilköğretim okullarında, gerekse lise ve dengi okullarda öğrenim gören öğrenciler arasında, herhangi bir konuyla ilgili olarak, duygu ve düşüncelerini sözlü ve yazılı anlatımdan birini kullanarak, bir bütünlük içinde ve düzgün bir şekilde anlatamayanların hayli yüksek bir oran oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Rahmetli Mehmet Kaplan, yıllar önce okuduğumuz bir yazısında, üniversiteye gelen öğrencilerin Türkçe’yi kullanma gücünün her geçen yıl daha da gerilediğinden yakınıyordu. Eğer Mehmet Kaplan, söz gelimi bir mühendislik fakültesinde fizik profesörü olsaydı belki bu yakınmasını çok fazla önemsemeyebilirdik. Fakat kendisi edebiyat fakültesinde görev yapan bir edebiyat profesörüydü –hem de esaslı tarafından- ve sözünü ettiği öğrenciler de Türk Dili ve Edebiyatı alanında öğrenim gören üniversitelilerdi.

Peki bunun sebebi neydi, bu durumun sorumluları kimlerdi? Böyle bir sorgulamada belki üniversite hocaları –ki rahmetli Kaplan böyle bir şey söylemiyordu- topu bizlere atabilirler. Bizler de ilköğretimdeki Türkçe öğretmenlerine atabiliriz. Türkçe öğretmenleri sınıf öğretmenlerine, sınıf öğretmenleri de ailelere atabilirler. Aileler de yeniden “Bu iş bizden çok okullara düşer.” deyip topu bizlere, yani “okul”a iade edebilirler.

Demek ki böyle bir tavır bu sorunu çözmez. Çözmediği için de biz, birkaç yıl önce bir ilçe zümre öğretmenleri toplantısında dile getirdiğimiz öneriyi bir kere de burada ifade etmek, düşüncelerimizi bilhassa sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmeni meslektaşlarımızla paylaşmak istedik.

Öncelikle ilköğretim okullarından ve ilk beş yıllık dönemden başlayalım. Sanıyoruz ülkemizde –okula başlamadan okuma yazma öğrenenlerle, birinci, hatta ikinci sınıfın sonunda bile öğrenemeyenleri saymazsak- ilköğretime başlayan öğrencilerin tamamına yakını, en geç birinci sınıfın sonunda okumayı yazmayı öğreniyor.

İlk beş yıllık dönemle ilgili önerimiz şu: İki, üç, dört ve beşinci sınıflarda Türkçe dersine ayrılan haftalık sürenin en az dört saati “okuma saati” olarak düzenlenmeli. Bu, ikinci ve üçüncü sınıflarda altı saat de olabilir. Okuma saatleri haftanın farklı günlerine, üst üste ikişer saat olacak şekilde konmalı. Bu günler de peş peşe gelen günler olmamalı, söz gelimi “pazartesi-perşembe” veya “salı- cuma” şeklinde olmalı.

Okuma saatlerinde öğretmen de öğrenciler de mutlaka ve sadece kitap okumalı. Yani bu saatler, söz gelimi matematik problemi çözmeye veya herhangi bir sosyal etkinliğin provasına tahsis edilmemeli. Yine öğretmen öğrencilere “Haydi çocuklar kitap okuyun!” deyip kendisi başka bir şeyle meşgul olmamalı. O da o saatlerde öğrencilerle birlikte kitap okumalı, belki arada bir sıralar arasında dolaşarak öğrencilerin okuduklarıyla ilgilenmeli. Tabiî okuma saatleri için, daha eğitim öğretim yılının başında, birden sekize kadar bütün sınıflarda, öğrencilerin seviyelerine uygun, olabildiğince zengin birer sınıf kitaplığı oluşturulmalı.

Okuma saatlerinin dışında, haftada en az iki saat de -bu, dört de olabilir- anlatmaya ve yazmaya ayrılmalı. Bu saatler okuma saatleriyle aynı güne ve okuma saatlerinden hemen sonraya konmalı. Öğretmen bu saatlerde öğrencilere, okuma saatinde okudukları masalları, hikâyeleri anlattırmalı veya onlardan, okuduklarının özetini defterlerine yazmalarını istemeli.

Elbette her zaman masal, hikâye okunmayacaktır. Şiir okunan günlerde, anlatma ve yazma saatlerinde öğrencilere şiir okutturulabilir, beğendikleri şiirler Türkçe defterlerine veya ayrıca tutacakları şiir defterlerine yazdırılabilir.

Okuma saatlerinde, öğrencilerin sınıflarına göre; masal, hikâye ve şiirden başka, günlük, gezi yazısı, hatıra gibi türlerde de kitaplar okutulmalı.

Okuma saati uygulaması, altı, yedi ve sekizinci sınıflarda da aynen devam ettirilmeli; okunan eser türlerine roman ve deneme gibi türler de eklenmeli.

Sekizinci sınıflarda, haftada iki saat dil bilgisine ayrılmalı, bu saatlerde bir yıl boyunca, Türkçe’nin temel dil bilgisi konuları bir bütünlük içinde verilmeli. Bu süre, haftada üç saat olarak da düşünülebilir. Yine sekizinci sınıflarda “okuma”ya haftada iki saat, “anlatma-yazma”ya da bir saat ayrılabilir. Sekizinci sınıfa gelinceye kadar, noktalama işaretleriyle, büyük harflerin kullanılacağı yerler gibi çok önemli birkaç konu dışında hiçbir dil bilgisi konusu işlenmemeli. Yani çocuklar, ilk yedi yıl kesinlikle “gramer”e boğulmamalı. Onlara, hangi “maddelerin” birleşerek “portakal”ı meydana getirdiği anlatılmamalı, “portakal”ın kendisi yedirilmeli.

Lise birinci sınıflarda, Türk Dili ve Edebiyatı dersinin iki saati yine “okuma saati” olarak düzenlenmeli. Diğer iki saatte de, şu anda yapılmaya çalışıldığı gibi şiir, hikâye, günlük, gezi yazısı, deneme, fıkra, söyleşi, hatıra, nutuk, tiyatro, roman gibi türler zengin örneklerle tanıtılmalı; birtakım edebiyat, kompozisyon ve şiir bilgileri verilmeli.

İkinci sınıflarda Türk Dili ve Edebiyatı dersi haftada altı saate çıkarılmalı, bunun dört saati “okuma”ya ayrılmalı. Bu dört saatin ikisinde kendi edebî eserlerimiz, ikisinde de yabancı klasikler okunmalı. Diğer iki saatte de Türk edebiyatının doğuşundan günümüze kadar olan seyri ana hatlarıyla ve edebî kişiliklere ağırlık verilerek işlenmeli.

Üçüncü sınıfta Türk Dili ve Edebiyatı dersi haftada üç saat olmalı ve bu sürenin tamamı dil bilgisine ayrılmalı. Yani birinci ve ikinci sınıflarda hiç dil bilgisi işlenmemeli, dil bilgisi konuları bir bütün halinde üçüncü sınıfta verilmeli. Yalnız noktalama işaretleriyle yazım kuralları konularının birinci sınıfta, hem de sene başında ilk konular olarak verilmesi uygun olur. Dil bilgisi konularının son sınıfta bir bütün halinde verilmesi, öğrencilerin ÖSS’ye daha iyi hazırlanmaları açısından da yararlı olacaktır.

Evet, Türkçe ve edebiyat derslerinin işlenişiyle ilgili önerilerimiz özet olarak bunlar. Elbette her öneri gibi bunlar da eleştiriye, üzerinde tartışılmaya ve geliştirilmeye açık teklifler. Zaten bu yazının en temel amacı da, bu önerilerin öncelikle “sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri” arasında; sonra meslek örgütleri nezdinde ve nihayet bütünüyle eğitim camiasında “tartışılmaya başlanmasına” küçük bir katkıda bulunmak.

Kim bilir, belki böylesi bir uygulamayla “neden okumuyoruz” tartışmalarını bir kenara bırakıp, artık toplum olarak “okumaya” başlarız. Böylece de uzun vadede, ülkemizdeki okuyan, araştıran, soruşturan, sorgulayan, hayata ve olaylara olabildiğince geniş bakabilen insan sayısının artmasına; dolayısıyla ülkemizin ufkunun genişlemesine, her alanda ve her anlamda düşünen, üreten bir toplum olma yoluna girilmesine de katkıda bulunulmuş olur.

Son olarak, bir hususun daha altını çizelim. Bir insanın okuma sevgisini ve alışkanlığını kazanabilmesi için, daha bebeklik döneminde – hatta belki anne karnındayken- ona masallar okunması, o çocuğun aile ortamında “okuma” olgusuyla içli dışlı olması gerekiyor. Eğer altı yaşına gelinceye kadar çocuğa bu anlamda hiçbir şey verilmemişse, yukarıda dile getirdiğimiz öneriler doğrultusunda ilköğretimin ilk beş yılında bu çocuğa yine okuma sevgisi kazandırılabilir. Hatta bu iş, ilk beş yıldaki kadar başarılı ve verimli olmasa bile altı, yedi ve sekizinci sınıflarda da yapılabilir. Ama liseye gelmiş bir öğrenci, o zamana kadar okuma alışkanlığı kazanmamışsa, o çocuğa o saatten sonra bu alışkanlığı kazandırmak artık pek kolay olmuyor. Dolayısıyla “okuma ve anlatma-yazma saatleri” uygulamasına yönelik önerilerimiz bu husus da göz önünde tutularak ele alınmalı.

Tabiî bu arada, “Peki, o zaman sınıf, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri oturarak mı maaş alacaklar?” türünden, akademik seviyesi oldukça yüksek! soru ve eleştiriler de gelebilir. Bu tür soru ve eleştirilerin cevabı sanıyoruz bu yazının içinde mevcut.

NOT: Bu yazı, 2005-2006 eğitim öğretim yılında yürürlüğe giren müfredat değişikliğinden epeyce önce ve dolayısıyla liseler henüz üç yıllıkken yazıldı. 2006 yılında sınıf öğretmenlerine hitaben, “Sınıf Öğretmeni Meslektaşlarımıza” başlığıyla üç dört sayfa olarak yazdığımız; sonraki yıllarda başlığıyla birlikte içeriğini de, sınıf öğretmenlerinden Türkçe ve edebiyat öğretmenlerine, okul müdürlerinden millî eğitim müdürlerine doğru sürekli olarak genişlettiğimiz; son hâliyle –Ocak 2011 itibariyle- ve sonundaki notlarla birlikte on iki sayfaya ulaşan; “Çocuklarımıza Nasıl Kitap Okuma Alışkanlığı Kazandırabiliriz Projesi” (ÇONAKİOAKAP) üst başlıklı, “İdealist Sınıf Türkçe ve Edebiyat Öğretmeni Meslektaşlarımızla İdealist Okul ve Millî Eğitim Müdürlerimize” başlığını taşıyan hayli uzun yazımızda, yukarıda dile getirdiğimiz bazı düşünceleri tashih ettik (düzelttik).

Nevzat YÜKSEL

Lüleburgaz Lisesi Edebiyat Öğretmeni